31 Ocak 2009 Cumartesi

EĞER YAZSAYDIM...


….
“Eğer bir mektup yazmaya karar verseydim, bunu bir kişiye yazmazdım.
İçine sancılarımı şikâyetlerimi yazacağım serzenişim olurdu, yalanı, riyayı, hırsı, sevgisizliği hayatına yerleştirmiş tüm insanlara”

Derdim ki;
Hani böyle kasırga misali esip geçerken yıktıklarınız var ya, hani ben ben diyerek böbürlenen o nefsiniz, hani ruhunuzu bile hapsettiğiniz o gururunuz, hepsini bir kenara koyarak okuyun…

Sadece ne kadar zaman yaşadığınızı hesaplayarak ne kadar daha yaşayacağınızı bilemezsiniz, ama yaşadıklarınızdan öğrendiklerinizi toplayabilirseniz, o bilgileri gerçekten doğruya hedeflerseniz, belki de bu kadar hoyratça harcanacak zamanınızın olmadığını fark edeceksiniz…

Her birinizin diline pelesenk ettiği “yalan dünya geldi gidiyor” gibi kendinizin bile inanmadığı sadece söyleyerek hafifletici sebepler yarattığınız aldatmaca içinde yuvarlanmanız, ne dünyayı yalan ediyor ne sizi doğruya götürüyor.

Madem bu dünya yalan madem her şey boş neden bu kıran kırana benlik savaşı?
Ben daha iyi konuşurum ben daha iyi giyinirim ben daha çok bilirim, hep ben hep ben…

Ve ben çok üzgünüm…

Bunları herkesin fark etmesi için böyle bir mektup değil de keşke çok daha tesirli çok daha çabuk intikal edebilecek bir yöntemim olsaydı, ama yok…

Hep güzel şeyler yazıyorsunuz güzel şeyler söylüyorsunuz, neden güzel yaşamıyorsunuz?
Nedendir bu itişme? Kime sorsak doğrudan yana kime sorsak barış diyor peki kimler yalancı kimler savaşıyor?
Çünkü riyakârsınız, çünkü sevginiz az, çünkü doğruya gücünüz yok, çünkü yalancısınız sözlerinizle tavırlarınız aynı yerde değil…
Kimi zaman yanlışlara isyan eden bir ses çıkıyor kendince “gür”…
Belki içinizden takdir ediyorsunuz, ama asla doğrusun demiyorsunuz, “o” yalan çukurunda doğruyu savunmaya çalışan biridir, onca çarpıklığın arasında düz çizgi…
Çok zaman barındırmazsınız aranızda, onda içinizdeki doğruyu görmekten rahatsız olursunuz, o sizin yapamadığınızı yapan yürektir ya, yaralar sizi, istemezsiniz…

Yaşadığınız hayatı kirleten sizsiniz bu oyunu oynayan sonrada içinde kaybolan siz, vazgeçemediğiniz çıkarlarınız uğruna feda ettiğiniz değerleriniz.
Ne kadar yazık…
Sizlerin bu hayat felsefeniz beni belki enterese etmeyecek ama beraber yaşadığımız dünyayı paylaşıyoruz ya ve ne yazık ki sizler çoğalıyorsunuz ya, bu yüzden de güzel insanların canı acıyor yaralanıyor ya, onadır hayıflanmam…
Yoksa “her koyun kendi bacağından asılır”der çekerdim ipi görmezdim sizleri.
Satırlarıma son vermeden önce diliyorum ki;
Bir sabah uyandığınız da hayatın bu kadar ucuz değerlere feda edilmeyeceğini anlarsınız, diliyorum ki o güzel sözleri sadece söylemez de yaşarsınız.

“eğer yazmaya karar verseydim bunları yazardım…”

...........
KÜFRÜM...
Fikrimin şühedasıydı gerçekler
Ne kadar büyüktü oysa savaşım
Şimdi…yalan ordusuyla kalışım..

Aslına mugayir “insanlar”
“insan” demeye utandıklarım…
Güncesiz hayatımda tek gerçeğim

____çözülmeyen riyakârlıklar…

Her zalim bir mazluma musallat
Sebepsiz değil isyanım
Bütün silahların karşısındaydım

______vuruldum…

Siyaha boyandı düş kırıntılarım
Ah ediyor ruhum, derin çığlıklarım
Hani erdemdi dürüstlük?

___________kaç paraya satıldı bu “insancıklar”?

15 Kasım 2008 Cumartesi

Ata’mı ‘Mustafa’ da da Sevdim…


29 Ekim 2008’ de gösterime giren Mustafa filmi beni çok heyecanlandırmıştı. Atatürk için yapılan bu filmi tezden izlemek için sabırsızlanıyordum.
Filmin hemen ardından basına yansıyan kritikler yavaş yavaş şevkimi kırıyor, her ne kadar izlemeden karar vermemek gerekiyor diyorsam da, yüreğimde bir yerler inciniyordu…

Ağırlıkla olumsuz eleştirilen film, Atatürk’ü küçültme, aşağılama maksatlı komplo gibi lanse edilirken, Can Dündar’a tepkili olmaya başlamıştım bile…
Bu durum filmi izleme şevkimi kırıyor her gün bir sonraki güne erteliyordum.
Okuduğum bir eleştiride, filmi izleyen hanım, yazık diye başlamış yazmaya yazık!!
Filmin tamamı Ata’yı yer ile bir etmek için yapılmış.
O, karanlıktan korkan, kaldığı köşkte camdan baktığında gelen toz bulutundan telaşa kapılıp yaverini kontrol için gönderen, sonra sadece bir sığır sürüsünün yarattığı toz olduğunu öğrendiğinde rahatlayan(!), her boş vaktinde sevgilisine aşk içerikli mektuplar yazan, ömrünün sonlarında sürekli içen, kapandığı odasında sigara üzerine sigara yakan, boş, anlamsız günlerde bocalayan, nihayetinde kargaları kovalayarak son nefesini veren Atatürk…

Yazık diyordu hanım. Her şeyi bir yana bıraktım ama kendime kızıyorum. Bana bugünkü kimliğimi kazandıran Atam’a ihanet etmişim gibi hisse kapılıyorum. Bu filme gitmekle elde edinilmek istenen ranta ortaklık ettim, özür dilerim ATAM…

En son bu kritiği de okuyunca, dayanacak takatim kalmadı ve filmi kesin izlemem gerektiğine karar verdim. Aksi halde kritikler etkisi altında duygularımı hırpalıyor, daha kötüsü objektif olamıyordum.
Bugün 16 Kasım 2008 ve filmi izledim…
İnanamadım. Gerçekten bahsi geçen film ile izlediğim film aynı mı diye şüphede kaldım. İmkânsız diyordum, mutlaka bir şeyler olacak, bu kadar insan yanlış yorumlamadı ya…
Film bitti ve ben hala şaşkın, yarı sersemlemiş bir halde dışarı çıktım.

Neler söylendi, neler yazıldı… Can Dündar nasıl asıldı, nasıl kesildi ve bu niçin yapıldı şimdi daha iyi anlıyorum.
Filmde Atam’ı aşağılayan, onun dehasını küçümseyen, çalışkanlığını yok sayan en küçük bir sahne yok. Her karesinde zaten bildiğimiz başarılar işlenmiş, özetlenmiş. Bunun dışında, bu karelere artı olarak Atatürk’ün kişisel ayrıntıları eklenmiş ve bu o kadar şık yapılmış ki, çok yerde benim gözyaşlarıma engel olamayarak hüzünlenmemi sağladı.
Neydi bunlar?
Atatürk insandı, hep insandı. Duyguları olan, etten kemikten ruhu olan insan…
Bugüne kadar bu anlamda tanışmadığımız liderimiz, yaptığı her şeyi sanki duygusuz, otoriter bir kişilikle yapar, yaşadıklarını arkasında bıraktığında incinmez, hissetmez, sevdiklerince kırıldığında yüreği acımaz, dümdüz askerdir.
Çünkü ‘’O’’ ATATÜRK’TÜR….

İşte Can Dündar burada bir kapı aralamış ve Atatürk de incinirdi, ‘’O’’ da severdi, O’nun da aşkları vardı, yaptığı her işte her zaman yanında sevdikleri yoktu, çoğu zaman yalnızdı demiş.
Burada bilmediğimiz, ya da feveran etmek gereği doğuracak yanlış bir şey söylenmemiş. Atatürk insandı, kaldı ki bunu kendi notlarından çıkarmış. Sevgili Atam, ben de bir insanım diyor.
Evet, yalnızdı, en sevdikleri, en güvendikleri bile yanında kalmadı. Çünkü sebepleri vardı, bir devrim yaşanıyordu, bu cesaretti, cüretti. Çok insana göre çılgıncaydı, bedeli yalnız olmaktı, oldu…

Ömrünü o cepheden bu cepheye koşarak geçirmiş, yokluk zorluk tükenmişlik kavramlarını görmezden gelmiş bir asker, tüm bu yaşananların içinde sevdiği kadına mektup yazmış diye yargılanabilir mi?
O sevemez mi, duygularını kâğıda dökemez mi, ya da sadece savaş anılarını mı yazar?
Bu kadar haksızlık olur mu?
Filmin yanlış kritiklerinden biri de, bol bol içki sofraları gösteriliyor, sanki sürekli içen zevk-i sefa âlemlerinde yaşayan biri olarak anlatıyor denmiş.
Gerçekten yazık…

Eğer bu Atatürk’ü savunmaksa, koruma altına almaksa, bizim Atatürk’e karşı olanlardan ne farkımız kaldı?
Atatürk içiyordu, evet zaten bu konu gizli değil. Filmde bu abartılarak anlatılmıyor. Taa ki son günlerinde günde bir büyük rakıya ulaşana kadar.
Orada da kendisini anlatıyor, kendi ifadesiyle notlardan verilmiş ‘Evet içiyorum, çünkü artık bu vücut bu kafayı taşımıyor, yıldım, belki unutmak için, belki uyuşmak için içiyorum’ diyor
Çok samimi, çok insani ve çok sade cümlelerle anlatıyor.

Yıllarını zorluklar içinde geçiren, savaşan bir milletin, kendisini umut olarak gördüğü, dünyaya karşı direnen birinden bahsediyoruz. Bugün bir memur bile emekli olduğunda depresyona giriyorken, Atatürk sadece Atatürk olduğu için mi böyle bir hakkı olamaz?
Ya da bundan bahis aşağılamak mıdır?
O da insandı, yaşayan, üzülen, kırılan, unutmaya çalışan, dünyayla savaşırken kılı kıpırdamayan ama belki de karanlıktan korkandı.
Olmaz mı, Atatürk’e yakışmaz mı?
Neden?
Bence filmin bu kadar olumsuz eleştiri almasının başka sebepleri var. Israrla çocukların izlemesini önleyin, gençleri uzak tutun denmesi, bana başka bir şeyi anlatıyor.
Film zaten sevdiğimiz Atamızı bir kere daha sevdiriyor. O’nun içtenliğini, sıcaklığını, hatta esprilerini görüyorsunuz. Bildiğimiz dehasına eklenenler, atama artıdır asla eksi değil. Zaten büyüktü, zaten dünyanın kâh nefretle kâh kıskançlıkla kâh saygıyla ama ille de zekâsıyla kabul ettiği bir liderdi ‘Mustafa’ filmiyle, bu sadece perçinlendi, içi daha da derinleşti.
Ben böyle bir lidere sahip olmaktan, Türk olmaktan onur duyduğum kadar onurluyum.
Ve…
Bu filme imzasını atan sevgili Can Dündar’a tüm yüreğimle teşekkürlerimi yolluyorum.
Son söz olarak, filmi objektif olarak değerlendiremeyen, ister Atatürkçü, ister Atatürk karşıtı olanlara da çok sevdiğim bir Tibet atasözünü hatırlatmak istiyorum.

Parmaklarım Ay’ı Gösterirken, Aptallar Parmaklarıma bakar…

7 Kasım 2008 Cuma

UÇURUMUN KIYISI

Can Dündar’ın ‘’Şeriat ve Gelişimi’’ yazısında verdiği anketi aynen naklediyorum, aslında ben şok olmadım sanırım okuyanlarda olmayacaktır…

Türkiye'de kaç okul var? -67 bin... Kaç hastane var? -1220... Kaç sağlık ocağı var: -6 bin 300... Peki kaç cami var? 85 bin... Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor. Peki, kaç kilise var? -270... Kaç cem evi var?-100.

Türkiye'de kaç doktor var? -77 bin.. Peki, kaç din görevlisi var? - 90 bin... Türkiye'de her 900 kişiye bir doktor düşerken, her 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor.
Eğitim-Sen'e göre Türkiye'nin 200 bin öğretmen açığı var. Türkiye'de kaç kütüphane var? - 1435... Almanya'da kaç kütüphane var? -11 bin...

Türkiye'nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var? -13... Kaç kentte kuran kursu var? -81...
Bu kursların toplam sayısı kaç? -3852... Türkiye'de 1 opera derneği var; 11 bale, 10 heykel, 18 resim, 18sinema, 38 tiyatro derneği var.

Peki, kaç tane 'cami yaptırma derneği' var? -35 bin... İçişleri Bakanlığı'nın bütçesi ne kadar? - 783 trilyon... Ulaştırma Bakanlığı'nın? -678 trilyon... Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın? -677 trilyon...
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın -632 trilyon... Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın? -280 trilyon.. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın? -249 trilyon...

Çevre ve Orman Bakanlığı'nın? -404 trilyon... Sadece Sünnileri temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi ne kadar? -1.3 katrilyon... 8 bakanlığın bütçesi kadar... 22 üniversitenin toplam bütçesine denk...

Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yıldan yıla büyümesine bakalım: 1997'de 66 trilyon. 1998'de 119... 1999'da 180... 2000'de270... 2001'de 302... 2002'de 553... 2003'te 771... 2004'te 1 katrilyon... 2005'te 1 katrilyon... 2006'da 1,3 katrilyon... 2007'de 2,7 katrilyon...


Şimdi ben bu anket sonuçlarını okuduğum zaman bir an nefes aldım ve düşündüm…
Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 camii düşüyor, asla fazladır demiyorum bu pay adil mi diyorum?
İnsanlar ibadetlerini evlerinde kendi kendilerine de yapabilir durumda aciliyet ya da zaruret yok ancak hastane öyle mi?
Türkiye'de kaç okul var? 67 bin... Kuran kursu toplam sayısı kaç? ? 3852... El insaf…
Eğitimde eksik olan ülkelerin çıtalarını yükseltme şansı nedir?
Düzeltmek için yıllardır uğraş verdiğimiz ekonomimizden başlasak bu zincir uzar gider ve bitişi hep aynı noktada olur eğitim…
Hiç birimiz dinimizi örselemek itelemek yok saymak düşüncesinde değiliz ancak realist olmak gereği var, bu sonuçlar hangimizin içini açar?
Bunları bu dille ifade ettiğimiz de hemen kılıçlar çekiliyor ya din düşmanı ilan ediliyoruz ya da ‘’Laik’’ olmakla…

Ben Laik milliyetçi dindar ülkesini seven bir vatandaş olarak adilce elimi vicdanıma koyarak diyorum ki;
Öğretmeni olmayan okulları, okulu olmayan köyleri, doktoru olmayan hastaneleri olan bir ülke de milyon hafız yetiştirseniz kazanç nedir?
Eğitimine ayırdığı bütçe diyanet işleri başkanlığına ayırdığı bütçe ile kıyaslandığında karşımıza bir uçurum çıkıyorsa bizler o uçurumun kıyısında oluruz…

Laik Türkiye’m Cumhuriyet bayramın kutlu olsun…

KURAN'I ANLAMAK

(Prof. Dr. Zeki Duman) nın ‘’on dört asırlık tefsir birikiminin kuran’ın anlaşılmasındaki olumsuz etkileri ‘’başlıklı yazısından bazı alıntılar yaptım kuranı anlamak adına okuduklarımı yorumladım.
Yazı hayli uzun ben içinden bazı paragrafları aldım, işte Prof. Dr. Zeki Dumanın açıkladığı ayetlerden bazıları ve yorumlarım…
‘’Kuran-ı Kerim’de, müminlerin, okudukları ayetler üzerinde durup düşünmelerini teşvik eden pek çok ayet vardır.[11] Allah bir ayetinde, okuduklarını anlamadan, tefekkür etmeden kuran okuyanları, akıllarına kilit vurulmuş kimseler olmakla itham etmiştir.’’
[12]
Buradan benim anladığım şudur aklını erdirerek oku anlayarak oku öğrenmek için oku bu kitap roman değil anla ki doğru yaşa diyor..
Tefekkür etmeden yani düşünmeden okuduğundan bir fayda görmeyeceğin hususunda uyarıyor.
‘’Kuran’ın aklı kullanmaya ve tefekküre teşvik eden ayetleri, vahyin ilk dönemlerinden itibaren Müslümanları, onun derin manasını anlamaya, üzerinde düşünmeye ve ihtiyaçlarına göre, ondan yeni yeni hükümler çıkarmaya teşvik etmiştir.’’

Yeni yeni hükümler… Şimdi burada bir nefeslik aralayalım konuyu, bu durumda kuranı anlayarak okumak ve aslını değiştirmeden gelişen zamana uyarlı rehberi doğru kullanmaktır, zaten istenen de budur bu ne olanı reddetmek anlamındadır ne de inkâr daha çok anlamak daha iyi anlatmak babında bir söylemdir.
Ve aklıma hemen bir soru geliyor neden Allah bu kuranı Arapça oku düşünmen önemli değil kutsal dil ile oku maksat okumandır o güzeldir anlamasan da olur dememiş.
Hayret!!Yine Kuran’da açıklandığına göre;

"Rahman’ın Kulları, kendilerine Rabb’larının ayetleri hatırlatıldığında, okudukları ayetler üzerine, sağır ve körler gibi kapanmazlar"[13]; ayetlerin, lafzının söylediğinden başka, söylemek istediği asıl manayı kavramaya çalışırlar; okuduklarını düşünür, kavrar ve etkisi altına girerler; okudukça iman bakımından artar ve Allah’a sıkı sıkıya güvenip bağlanırlar. Onlar, bu iman ve güven ile itaat ve ibadete devam ederler.[14]
Harika… okudukları ayete sağır ve körler gibi kapanmazlar.. okudukça Allaha sıkı sıkıya bağlanmak…
Neden aklıma bu kitap anlaşılmaz bir dil ile okutulmak zorunda bırakılınca kişinin Allah ile arasında ki bağda o sıkılık olmayacağı geliyor ve neden ben bu birilerinin işine yarar anlamazsan ayrıca korkarsın o zaman anlayanlar(!) yardım eder sana korku muskası yapar eline yazar elli milyon göbeğine yazar yüz elli milyon alır bu Pazar da başkadır diye düşünüyorum…
Daha fazla yorum yapmayacağım..

‘’Kur’an, yaklaşık olarak yirmi üç yıllık nüzul süreci içerisinde, insanların ihtiyaçlarına, olaylara ve zaman zaman sorulan sorulara bir cevap olmak üzere[15] ve dura dura okunmak maksadıyla,[16] bölüm bölüm indirilmiş yüce bir mesajdır’’[17] "Elbette Kur’an, kendiliğinden konuşacak değildir. O, gerekli ilmi donanımla mücehhez, ehliyetli ilim adamları tarafından zamanın ihtiyaçlarına göre, güncelleştirilip konuşturulmalıdır,"[20] Hz. Ali de aynı konuya işaret etmiştir.’’
Ehliyetli ilim adamları burası çok önemli…
Bu durumda akademisyenler birinci sırada yer almalılar ehliyet sahibi ilim adamları olarak.


Bakara-170:’’Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar:’ Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?’’

İşte Kuran’ın bugünü gören sözleri.. Aynı şeyleri tartışmıyor muyuz?
Bugün ilim adamları ayetleri yorumlarken pek çok insan bugüne kadar ibn bilmem kim yanlış mı yazdı imam bilmem kim efendi yalan mı söyledi sen en iyisini mi biliyorsun dini oyuncak mı edeceksin ne karıştırıp duruyorsun bilenler yazıp çizdi ne diye nifak çıkarıyorsun diye avazlarda değiller mi?
Hadi onlar doğru yolu bulamamış iseler diyor kuran bakın…

Ve en can alıcı sure fussilet suresi hep kuran Arapçadır o dil mübarektir başka türlü okunsa da ibadette olmaz Arapça okumadıysan hatim falan sayılmaz kendi diline çeviride zarar verirsin anlayamazsın diyenlere sesleniyor…

‘’Eğer biz Kuran-ı kerimi yabancı bir dilde okunan bir kitap kılsaydık. Diyeceklerdi ki, ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalıydı. Muhatapları Arap olduğu halde, Arapça olmayan bir kitap mı geldi.’’

Arapça inmesinin sebebini açıkça ifade ediyor yani dilin Arapça olması sadece o günkü koşullarda çoğunluğun Arap olması sebebiyledir eğer başka dille indirseydik bu kez de böyle söylerdiniz diye ayetle açıklamış.

Hep aynı şeyi savundum kuran içinde söylenmeyen söz yok yeter ki insan anlamak istesin yeter ki at gözlüğü ile bakmadan okusun yeter ki benim atalarım şeyhlerim şıhlarım demesin yeter ki sağır ve körler gibi ayetlerin üzerine kapanmasın…

Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış 'Selamünaleyküm ey pir i fani ...' 'Aleykümselâm ey serdar i cihan...' Padişah sormuş: 'Altılarda ne yaptın?''Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor...' Padişah gene sormuş: 'Geceleri kalkmadın mı?' 'Kalktık... Lakin. Ellere yaradı...' Padişah gülmüş 'Bir kaz göndersem yolar mısın?' 'Hem de ciyaklatmadan...' demiş ihtiyar Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönmüş: 'Ne konuştuğumuzu anladın mı?''Hayır padişahım...' Padişah sinirlenmiş 'Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.' Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor. 'Ne konuştunuz siz padişahla...'Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş: 'Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.' Baş vezir, yüz altın vermiş.'Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu? 'Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.' Vezir kafasını kaşımış 'Peki,altılara altı katmayınca,otuz ikiye yetmiyor ne demek?...' Adam bu soruya cevap vermek içinde bir yüz altın daha almış 'Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim. Vezir bir soru daha sormuş... 'geceleri kalkmadın mı ne demek?' Adam bir yüz altın daha almış. 'Çocukların yok mu diye sordu. Var ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim...' Vezir gene kafasını sallamış. 'Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...' Adam gülmüş 'Onu da sen bul...'

Bilmediğimiz dilde konuşulanları anlayamayız ve vezirin halini yaşarız ciyaklatmadan yolunmak tabirini bize uyarlamasınlar buna izin vermeyelim…

28 Eylül 2008 Pazar

BAYRAMLARI BEKLEYENLER



Beklediğimiz bir bayram var, milletçe özel kabul ettiğimiz birlik bütünlük ifade eden dini bir bayram.
Ama ben hep bayramların bir yanının hüzün olduğunu görürüm, kaybettiğimiz sevdiklerimizi ziyaret ettiğimiz, bazen de terk edilmişliğimizi en çok hissettiğimiz gündür bayramlar sanki...
Şimdi nerede o eski bayramlar demeyeceğim, çünkü eskiden de çok farklı değildi, anne babasını unutmuş evlatlar, evlatlarını terk etmiş anne babalar o zamanda vardı bu gün de var.

Huzur evlerinde ki yaşlılar bayramlarda daha çok ağlıyor, kimsesiz çocuklar bayramlarda daha bir boyunları bükük, bir yanda çocuklarını terk etmiş ebeveynler, bir yanda çocukların terk ettiği anne babalar...
Sebepsiz kuş uçmaz, bu insanların da çok geçerli sebepleri olduğuna inanmak istiyorum, hepimizin yüreğini acıtan, neşemizi kıran bu büyük sebebi anlamaya çalışıyorum.
En sevdiklerimizi yok saydıran, ya canlarından parça ya canımızdan parça olan bu insanları bize unutturan hangi sebeplerdir...?

Taş kale bile erir, her birinin içinde hala dipdiri duran hala kırılmışlıklarını örten kocaman sevgileri var, hala içindeki belkileri ölmemiş, onlar bu kadar umutluyken hangi sebep bir bayramda bile kucaklaşmayı, hatırlamayı engeller?
Bu sevgiye yapılan yatırımın çöküşümüdür?

Ben hiçbir anne babanın evladını sigorta olarak gördüğüne inanmıyorum, ona şefkatle sarılırken yarın hesabı yapmıyordu ama kapının dışında kalabileceğine de ihtimal verdiğini sanmıyorum.
Bu varlık içinde yokluk yaşamayı çözemedim affedin...
Anne babası yok diye gözlerden dökülen damla damla sevgiyi görüyor musunuz, varken yokmuş gibi davranabilmeyi hangi duygularımızla başarabiliriz?
Belki evimizde yaşamasına izin vereceğimiz büyüğümüz huysuz, hırçın ya da hastadır, biz onu tahammül edilmez mi buluyoruz?
Neden...?
Lütfen gözlerimizi kapatıp bir an çocuk olalım, ne kadar çok hasta olduk ne kadar hırçın ne kadar huysuzduk hatırladınız mı?
Tek fark biz o zaman çocuktuk şimdi onlar yaşlı, bize şefkatle dolanan kollar bu kollar, değişen sadece birazcık buruşmuşlar yine o kadar sevgi dolular ki...

Bir şeye gönülden inanıyorum, şartlar ne olursa olsun hangi sebepten bunu yaşıyor olursak olalım, içimizde bir yer hep acıyacaktır, şu anda ayrı olduklarımızdan büsbütün ayrı olduğumuza inanmıyorum, inanıyorum ki annenizin çok sevdiği bir yemeği yerken zor yutkunuyorsunuz, inanıyorum ki babanızın ya da çocuğunuzun çok hoşlandıgı bir şeye dokunurken yüreginiz nemleniyor.
Beklentiler çok fazla değil, bir zerre sevgiye takas bir ömür, hiç bir neden bizi bu zevkten mahrum etmemeli.
Hepimiz geçen zamanla beraber yaşlanıyoruz, ne çocuk ne de genç kalabilme şansımız var, bu gün görmek istemediğimiz o yer yarın varacağımız durak, ben o durakta bizi bekleyen olsun istiyorum hep, onun için de o durağa gelene kadar hiç yaşlanacağımı unutmayacağım.

Ne sağlığımız ne paramız elimizde baki kalacak belki öyle bir zamana erişeceğiz ki paramızda çok fazla işe yaramayacak. Paramız kadar sevgimizi biriktirebilirsek ve de sunabilirsek hayatımızın hiç bir devresinde yüreğimizde bu sinsi acıyı hissetmeyeceğiz, hiç kimse üzülmeyecek, gözler yollarda beklemeyecek, çok zor değil bu, en kolay şey sevgiyi pay etmek, saklamaktan yok saymaktan çok daha kolay...

Biz sığamadığımız dünyayı yüreğimize sığdıracak kadar büyük yürekliyiz, diyelim ki geri dönüşü olmayan bir yatırım yaptık, hiç karımız olmayacak, rant sadece muhabbetle bakan bir çift göz olsa bile buna deger…
Ben kendi adıma bir şey söylemek istiyorum, anam ve babam benim dünyada olmama vesile olan iki varlık, hiç borcum yok diyebilir miyim?
Sadece bu sebepten dolayı bile onlara ömrümü hediye ederim...
Kimsesizliğe ağlamasın gözler, kimsesiz değilken kimsesiz yaşamasınlar, hüzün olmasın bayramlar.
Tabii bir de bayramı bütün yaşayanlarımız var, aslında onlara her gün ayrı bir bayram, çünkü gönüller bir, gönüller şen, ellerini öptükleri ninelerinden aldığı hayır duaları, sarılabildikleri yakınları ile zenginler, gerçek bayram bu, tarihin günün çok da önemli olmadığı gerçek bayram...
Sevgilerimizi paylaştığımız, unutmadan sevdiklerimizle yaşadığımız gönül bayramlarımız, ne kadar güzel ne kadar coşkulu onlar...

Hep aynı şeylere dua ederiz, elden ayaktan düşmeden kimseye muhtaç olmadan hayatımızın sonuna ulaşmak için, bu yaşlandıkça daha bir çogalır, çünkü ne olursa olsun biliriz insan eti ağırdır, bakılmak, kendi işini görememek hepimizi incitir.
Fakat hayatın bir gerçeği de bu, gençlik kadar yaşlanmakta yaşayacağımız bir zaman dilimi, o zamana kadar ömrünü çocuklarıyla paylaşan ve sadece yaşlandıkları için istenmediğini anlayan büyüklerimizin yaşadıklarını anlayabilmek yaşlanmayı gerektirmiyor...
Yıllar önce İzmir’e tatile gitmiştim, yolda bir yerde durup dinlenmek istedim burası bir mesire yeriydi, biraz sonra büyük bir otobüs geldi, içinden inenler hep yaşlıydı.
Merakıma yenildim ve kim olduklarını öğrenmek için yanlarına gittim, İzmir’in özel bir huzur evi sakinleriymiş...

Hatırlarını sordum, yaşı 70 civarı bir hanım anlattı, aslında İstanbul da yaşadığını altı oğlu olduğunu söyledi.
Hepsinin iyi birer meslek edindiğini ve Allahın yardımıyla hepsini büyüttüğünü ifade etti.
Kendisi çok küçük yaşta evlenmiş 34 yaşında eşini kaybetmiş ve altı çocukla kalmış hayatta, dikiş diktim nakış yaptım ama çocuklarımı okuttum hiç mağdur etmedim derken yüreğinde bir yer kanıyordu sanki.
Tek başına altı çocuğunu büyüten bu hanımefendi altı evladının yanında kendine yer bulamamış, inanamadım…
Neden İzmir’desiniz dedim, çünkü çocuklarım çevrelerinden alacakları tepkiden mahcup olurlar üzülürler diye düşündüm, burası uzak annem İzmir’e yerleşti derler sorun olmaz.

Mahcup olurlar...
Keşke siz değil de onlar bu kadar duyarlı olsaydı, ama üzülmeyin, hiç üzülmeyin.
Hissettiklerimle söylediklerim çok tezattı onu teselli etmek isterken kendim kahroldum.
Gönlümde uyuyanları söyledim, ananelerimiz törelerimiz değerlerimiz avucumuzdan kayıp gitmesin istiyorum, istiyorum ki biz yaşadığımız toplumda sevgiyle çoğalalım, soframıza bir kaşık daha ilave edersek ve bu bizim canımız içinse, yediğimizden eksilmez, tam tersi bereket onun kaşığının ucundadır...
Dilegim sonraki bayramlarda bu dünyadan göç edenlerimize damlasın gözyaşlarımız, yürek göçümüze artık ağlamayalım...
Hepinizin bayramı güzel olsun, sevgiyle.

5 Eylül 2008 Cuma

OLMADI...



Belki her birimizi biraz şaşkınlığa düşürecek biraz daha acabalara sürükleyecek veya kendimize yine başa mı döndük sorusunu sorduracak bir açıklama yapmış prof. Atay ben okudum ve paylaşıma sundum……

Prof. Atay, "Düzeltilmesi gereken fıkıh hükümleri" başlığında 46 madde sayıyor. İşte bunlardan bazıları: "Boşanma erkeğin elinde değildir, mahkeme iledir. Kadının da boşanma hakkı vardır, mahkeme iledir. Kuran'da kadını dövme yoktur. Kuran'da miraç olayı yoktur. Kuran'da kadere iman yoktur. Kuran'da erkek kadından daha erdemli değildir. Kuran'da şefaat yoktur. Kuran'da kadınların çalıştıkları kendilerinindir. Kuran'da boşanmanın tek nedeni geçimsizliktir. Kuran'da idare sistemi 'şûra'dır. Farz namazların kazası yok, tövbesi vardır. Kadınların başı açık, Kuran okumaları, namaz kılmaları caizdir.

Başı örtmek, namazla ilgili değildir. Hz İsa ölmüştür, tekrar gelmeyecektir. İslamda mehdi inancı yoktur. İslam inancında deccal yoktur, ama her ulusu düşüren, fasık, facir, deccaller zaman zaman çıkabilir. Kadınlar eğe kemiğinden yaratılmamışlardır. Kuran'da eşcinselliğin hükmü bulunmamaktadır. Gusülde ağza, burna su vermek gerekmez. Oruç'ta kefaret yoktur.

Kuran'da İslam ve iman ayrıdır. Tövbe kefaretten daha büyük cezadır. İslam'ın din bilgisi kaynağı akıl ve Kuran'dır. İslamın şartı beş değildir, Kuran'ın bütün emirleri İslamın şartıdır. Kuran'a gidip fıkhın, tasavvufun, kelamın, hüküm ve kurallarını gözden geçirip değiştirmenin temel kuralı şudur: Günümüzün şartlarına göre ayetleri insanın, toplumun, yararına göre yorumlamaktır. Kuran'ın amacı insanın yararıdır."
Allah'ın elçisi dışında; -kim olursa olsun- herhangi bir kişinin; Her Sözünün "Mutlaka Doğru ve İslam'a ait" olarak kabulü; Şirke girmektir. Ve bu "İslam'da Yoktur" dediğimiz [Ruhbanlığın] ta kendisidir.

And olsun ki Kuran'ı, öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur? (54/17 22 32 40)Aynı ayet; bu Sure içinde Dört kez tekrarlanır.Ve Sanırım bunun tek şartı: "Mezhep, Şeyh .... Ne diyor, Nasıl yorumlamış" düşüncesini / gözlüğünü bırakarak; Sadece "Yaratan Ne Diyor" duygusu ile; "Düşüne-Düşüne" okumaktır. (imamhatip.com)

Evet, prof. Atay böyle demiş, aslında fıkıh hükümleri başlığı altında sıraladıkları 46 madde hepsini veremedim yazı gereğinden fazla uzayacak diye.

Özellikle söylediği bir cümle üzerinde takılı kaldım. ‘’Allah'ın elçisi dışında; -kim olursa olsun- herhangi bir kişinin; Her Sözünün "Mutlaka Doğru ve İslam'a ait" olarak kabulü; Şirke girmektir. Ve bu "İslam'da Yoktur" dediğimiz [Ruhbanlığın] ta kendisidir.’’

Peki, bu sözden yola çıkarak Allahın elçisinin dışında söylenenleri külliyen reddeceksek buna prof. Atalay’da dâhildir, o zaman biz Arapçayı da kendi kendimize çeviremiyorsak yani çevirene itibar etme durumumuz söz konu ise hangisine inanalım?

Kendimi anlamaya başladığımdan bu yana din adına bildiklerimi neredeyse kökünden sallayan bu fıkıh hükümleri bana neyi düşündürmeli?
Bugüne değin yaptıklarımız toptan yanlış mıydı ya da bugünden sonra bu hükümler ışığında doğruya mı erişeceğiz?
EĞER TÜRKÇE İBADET ETSEYDİK yazımda özellikle vurgulamaya çalıştığım dinimizi anlamak yine karşımıza çıkıyor…

Akademisyenleri, araştıran meseleyi en ince detayına kadar inceleyen insanlar olarak değerlendirdiğimiz de evet onlar daha doğru neticeye ulaşmışlardır sonuç olarak bu bilgi kulaktan dolma değildir diyoruz.

Tam bu noktada başka bir pencere açılıyor, Hulki Cevizoğlu akşam gazetesinde bir köşe yazısında diyor ki;
‘’Bu eleştirimiz özellikle din alanındaki kimi profesörlere.Örneğin, yıllarca sular seller gibi ezberlemiş olmaları gereken Kur'an'ı Kerim'den bir ayet soruyorsunuz. 'Böyle bir ayet var mı, yok mu bilmiyorum' diyor, Siz 'Kuran’da yazılanı' soruyorsunuz o size 'kendi fikrini' yutturmaya çalışıyor.'Acaba bazı din bilginleri ateist olabilir mi?'Nerden çıktı, derseniz yukarıdaki açıklamalar böyle bir soruyu akla getiriyor.’’ Diye eklemiş Cevizoğlu.

Hadi buyurun bakalım…
Eğer bu varsayımı kabul edersek kimin ateist olduğunu nasıl anlayacağız sonuç itibari ile bu insanlar bunun eğitimini almış dilini gayet iyi kullanan hatipler.
Diğer yandan bırakalım akademisyenleri şeyhler şıhlar ne diyor desek o tarafta bin ayrı ses bin ayrı şey söylüyor…

Yine prof. Atay’ın başka bir açıklaması;

"Değiştirmek değil düzeltmek, ıslah etmek, yararlı bir iş yapmaktır. Reform ve içtihat yapmak, kayıtsız ve şartsız düşünmekle olur. Kötü yönde değiştirmeye ve bozmaya reform denmez; ona deform denir. İslamda reform yapmaya içtihat denir. Bundan dolayı her müçtehit reformcudur."

Konunun iyice anlaşılmasına yardımcı olmak amacıyla bazı kelimelerin Türkçe karşılıklarını yazayım.
Müçtehit; Kuran’ın sırlarını hakkıyla bilen, içtihat yapabilen, İslâmî ilimlerin bütün hükümlerinde otorite olan her fıkıh bilginidir.
İçtihat; Yasada veya örf ve âdet hukukunda uygulanacak kuralın açıkça ve tereddütsüz olarak bulunmadığı konularda, yargıcın veya hukukçunun düşüncelerinden doğan sonuç.
Yani şunu anlıyoruz ‘’düşüncelerden doğan sonuç’’.
İçtihat’ın kelime anlamı, anlayış, görüş, kavrayış ya da özel görüş, bu durumda içtihat tereddüde mahal vermeyecek mi olmalı veya oluyor mu?
Pek çok din adamının akademisyenin ulemanın bir araya gelip tek bir ayeti yorumlarında bile kendi içlerinde bağdaşmazlıklar varken bizler hangisine itibar edelim?

Hiçbir şeye körü körüne inanmaktan yana olmadım hep araştırdım hep anlamaya çalıştım kendi bildiklerimden hep şüphede oldum ki bu emniyet gözümü kapar dahasını öğrenemem beni bağnazlaştırır düşüncesinden hareket ettim.
Ancak gördüğüm bir şey var herkes bildiğini söylüyor herkes anladığını ve herkes ben doğruyum diyor.
Kimisi ben hocamdan öğrendim kimi ben bunun tahsilini yaptım kimi atalarım yanlış mı yaptı diye savunuyor…

Sadece kadının başörtüsü konusunda bile çıkan infial ne kadar dar boğazda olduğumuza göstergedir ve o kadar ayrı uçlar o kadar farklı şeyler söylüyor ki bir an durup neler oluyor diyoruz…
Bu ayetler kişilere gelmediğine göre, tercüme hep aynı ayet hakkında yapılıyor peki nasıl oluyor da biri kadın sımsıkı örtünecek derken diğeri yok böyle bir şey diyebiliyor?
Nasıl oluyor da biri kadın regl döneminde namaz kılamaz oruç tutamaz kuran okuyamaz gibi kesin hükümler bildirirken bir başka din adamı külliyen yanlış bu durumda kadın bu ibadetlerden yasaklı değildir diyebiliyor?
Bütün bunların yaşanmaması için bütün bunları en baştan öğrenmek adına yapamadığımız yaptırılmayan TÜRKÇE İBADET bize bu şekilde geri döndü.
Eğer bugüne kadar okuduğumuzu anlayarak söylediğimizi bilerek ibadetlerimizi yapsaydık bu kargaşanın içinde olmayacaktık.
Hala acabalar içinde kim doğru söylüyoru aşmış bizlerde gerçeği anlayan olacaktık.
Olmadı…….

12 Ağustos 2008 Salı

ALMAN USULÜ


Bizim zamanımızda diye başlamaktan nefret ediyorum ama yine bu cümleyi kurmak zorunda kaldım..
Efendim bizim zamanımızda (bu tarih miladi değildir özellikle belirtmek istiyorum) eğer bir genç kız genç bir erkekle flört ediyorsa erkeğin ekonomik gücü her ne olursa olsun hesabı o öderdi.
İşin maddi kısmı tamamen erkeğe endeksli olduğu için kız bu konuyla hiç alakadar değildi.

Biraz kendi kültürümüzle bağdaşan bu durumu biz o kadar benimsemiştik ki aksi bir davranış hakaret algılanır hem erkeğin hem kızın onuru zedelenirdi.
‘’Erkek adamın yanında hesap ödenmez’’ felsefesi ile vaka izzetinefis vakası olmuş, aslında pek de iyi olmuştu.
İşte bugün ne değişti de erkekler tam hesap sırasında birden ya acil telefon görüşmesi için masadan uzaklaşırlar veya başka bir sebeple ortadan yok oluverirler.

Azıcık gençlerle yaptığım mütalaada aldığım son cevap şuydu.
Biz buna kapitalizm diyoruz…
Bu kapitalizm benim bildiğim anlamda değildi onu anladım da acaba onlar bunu nasıl kaydırmışlardı merak ettim.
Onların Kapitalizm anlayışları; kişisel kârlılığa dayanan erkekler arası örgütlenme şekliymişşş…

Aslına bakacak olursanız bizim zamanımızdan bu zamana adımlarken başka bir isim bulmuştuk bu ‘’kapitalizme’’alman usulü diye ama o biraz daha yumuşaktı, hiç değilse orada herkes yediğini ödüyordu.
Kaldı ki o bile bize ilk zamanlar zül gelmişti.
Tabii bugün eskisi gibi kimse muhallebiciye gitmiyor bir parkta el ele otursak yeter de demiyor orta köyde bir kahve içse veya bir kumpir yese bütçesi delinecek e koca gün hepsi bu kadarla da kalmayacak daha gidilecek bir sürü yer var…
Ödese bin dert ödemese bir dert.


Şimdi yine eskiyle kıyaslarsak kızlarımız da kazanan konumda olması sebebiyle erkekler bu anlamda biraz daha cesaretlenmiş.
Hani diyorlar, hep eşitlik derdiniz ya buyurun eşitlik…
Tamamda eşitlik de yarı yarıya olmaz mı yahu el insaf deyin hiç değilse hesaba ortaklık edin dedim geçmişteki faturalarla takas edin dediler.
Ne bileyim dedim ya sanırım ben gibi dinozorların pek kabul edeceği bir yöntem değil ama gençler arasında kabul görmüş bile.


Pekiii iyi mi olmuş, vallahi biz yaptık oldu diyene ne denir hayrını görün derim.
Ama bir tavsiye de bulunabilirim, eğer bir gün kızlar da kendilerince bu sisteme bir isim vermek isterlerse ve buna da ‘’monarşizm’’ derlerse o zaman sakının işiniz zor olur.
Benden söylemesi…