28 Eylül 2008 Pazar

BAYRAMLARI BEKLEYENLER



Beklediğimiz bir bayram var, milletçe özel kabul ettiğimiz birlik bütünlük ifade eden dini bir bayram.
Ama ben hep bayramların bir yanının hüzün olduğunu görürüm, kaybettiğimiz sevdiklerimizi ziyaret ettiğimiz, bazen de terk edilmişliğimizi en çok hissettiğimiz gündür bayramlar sanki...
Şimdi nerede o eski bayramlar demeyeceğim, çünkü eskiden de çok farklı değildi, anne babasını unutmuş evlatlar, evlatlarını terk etmiş anne babalar o zamanda vardı bu gün de var.

Huzur evlerinde ki yaşlılar bayramlarda daha çok ağlıyor, kimsesiz çocuklar bayramlarda daha bir boyunları bükük, bir yanda çocuklarını terk etmiş ebeveynler, bir yanda çocukların terk ettiği anne babalar...
Sebepsiz kuş uçmaz, bu insanların da çok geçerli sebepleri olduğuna inanmak istiyorum, hepimizin yüreğini acıtan, neşemizi kıran bu büyük sebebi anlamaya çalışıyorum.
En sevdiklerimizi yok saydıran, ya canlarından parça ya canımızdan parça olan bu insanları bize unutturan hangi sebeplerdir...?

Taş kale bile erir, her birinin içinde hala dipdiri duran hala kırılmışlıklarını örten kocaman sevgileri var, hala içindeki belkileri ölmemiş, onlar bu kadar umutluyken hangi sebep bir bayramda bile kucaklaşmayı, hatırlamayı engeller?
Bu sevgiye yapılan yatırımın çöküşümüdür?

Ben hiçbir anne babanın evladını sigorta olarak gördüğüne inanmıyorum, ona şefkatle sarılırken yarın hesabı yapmıyordu ama kapının dışında kalabileceğine de ihtimal verdiğini sanmıyorum.
Bu varlık içinde yokluk yaşamayı çözemedim affedin...
Anne babası yok diye gözlerden dökülen damla damla sevgiyi görüyor musunuz, varken yokmuş gibi davranabilmeyi hangi duygularımızla başarabiliriz?
Belki evimizde yaşamasına izin vereceğimiz büyüğümüz huysuz, hırçın ya da hastadır, biz onu tahammül edilmez mi buluyoruz?
Neden...?
Lütfen gözlerimizi kapatıp bir an çocuk olalım, ne kadar çok hasta olduk ne kadar hırçın ne kadar huysuzduk hatırladınız mı?
Tek fark biz o zaman çocuktuk şimdi onlar yaşlı, bize şefkatle dolanan kollar bu kollar, değişen sadece birazcık buruşmuşlar yine o kadar sevgi dolular ki...

Bir şeye gönülden inanıyorum, şartlar ne olursa olsun hangi sebepten bunu yaşıyor olursak olalım, içimizde bir yer hep acıyacaktır, şu anda ayrı olduklarımızdan büsbütün ayrı olduğumuza inanmıyorum, inanıyorum ki annenizin çok sevdiği bir yemeği yerken zor yutkunuyorsunuz, inanıyorum ki babanızın ya da çocuğunuzun çok hoşlandıgı bir şeye dokunurken yüreginiz nemleniyor.
Beklentiler çok fazla değil, bir zerre sevgiye takas bir ömür, hiç bir neden bizi bu zevkten mahrum etmemeli.
Hepimiz geçen zamanla beraber yaşlanıyoruz, ne çocuk ne de genç kalabilme şansımız var, bu gün görmek istemediğimiz o yer yarın varacağımız durak, ben o durakta bizi bekleyen olsun istiyorum hep, onun için de o durağa gelene kadar hiç yaşlanacağımı unutmayacağım.

Ne sağlığımız ne paramız elimizde baki kalacak belki öyle bir zamana erişeceğiz ki paramızda çok fazla işe yaramayacak. Paramız kadar sevgimizi biriktirebilirsek ve de sunabilirsek hayatımızın hiç bir devresinde yüreğimizde bu sinsi acıyı hissetmeyeceğiz, hiç kimse üzülmeyecek, gözler yollarda beklemeyecek, çok zor değil bu, en kolay şey sevgiyi pay etmek, saklamaktan yok saymaktan çok daha kolay...

Biz sığamadığımız dünyayı yüreğimize sığdıracak kadar büyük yürekliyiz, diyelim ki geri dönüşü olmayan bir yatırım yaptık, hiç karımız olmayacak, rant sadece muhabbetle bakan bir çift göz olsa bile buna deger…
Ben kendi adıma bir şey söylemek istiyorum, anam ve babam benim dünyada olmama vesile olan iki varlık, hiç borcum yok diyebilir miyim?
Sadece bu sebepten dolayı bile onlara ömrümü hediye ederim...
Kimsesizliğe ağlamasın gözler, kimsesiz değilken kimsesiz yaşamasınlar, hüzün olmasın bayramlar.
Tabii bir de bayramı bütün yaşayanlarımız var, aslında onlara her gün ayrı bir bayram, çünkü gönüller bir, gönüller şen, ellerini öptükleri ninelerinden aldığı hayır duaları, sarılabildikleri yakınları ile zenginler, gerçek bayram bu, tarihin günün çok da önemli olmadığı gerçek bayram...
Sevgilerimizi paylaştığımız, unutmadan sevdiklerimizle yaşadığımız gönül bayramlarımız, ne kadar güzel ne kadar coşkulu onlar...

Hep aynı şeylere dua ederiz, elden ayaktan düşmeden kimseye muhtaç olmadan hayatımızın sonuna ulaşmak için, bu yaşlandıkça daha bir çogalır, çünkü ne olursa olsun biliriz insan eti ağırdır, bakılmak, kendi işini görememek hepimizi incitir.
Fakat hayatın bir gerçeği de bu, gençlik kadar yaşlanmakta yaşayacağımız bir zaman dilimi, o zamana kadar ömrünü çocuklarıyla paylaşan ve sadece yaşlandıkları için istenmediğini anlayan büyüklerimizin yaşadıklarını anlayabilmek yaşlanmayı gerektirmiyor...
Yıllar önce İzmir’e tatile gitmiştim, yolda bir yerde durup dinlenmek istedim burası bir mesire yeriydi, biraz sonra büyük bir otobüs geldi, içinden inenler hep yaşlıydı.
Merakıma yenildim ve kim olduklarını öğrenmek için yanlarına gittim, İzmir’in özel bir huzur evi sakinleriymiş...

Hatırlarını sordum, yaşı 70 civarı bir hanım anlattı, aslında İstanbul da yaşadığını altı oğlu olduğunu söyledi.
Hepsinin iyi birer meslek edindiğini ve Allahın yardımıyla hepsini büyüttüğünü ifade etti.
Kendisi çok küçük yaşta evlenmiş 34 yaşında eşini kaybetmiş ve altı çocukla kalmış hayatta, dikiş diktim nakış yaptım ama çocuklarımı okuttum hiç mağdur etmedim derken yüreğinde bir yer kanıyordu sanki.
Tek başına altı çocuğunu büyüten bu hanımefendi altı evladının yanında kendine yer bulamamış, inanamadım…
Neden İzmir’desiniz dedim, çünkü çocuklarım çevrelerinden alacakları tepkiden mahcup olurlar üzülürler diye düşündüm, burası uzak annem İzmir’e yerleşti derler sorun olmaz.

Mahcup olurlar...
Keşke siz değil de onlar bu kadar duyarlı olsaydı, ama üzülmeyin, hiç üzülmeyin.
Hissettiklerimle söylediklerim çok tezattı onu teselli etmek isterken kendim kahroldum.
Gönlümde uyuyanları söyledim, ananelerimiz törelerimiz değerlerimiz avucumuzdan kayıp gitmesin istiyorum, istiyorum ki biz yaşadığımız toplumda sevgiyle çoğalalım, soframıza bir kaşık daha ilave edersek ve bu bizim canımız içinse, yediğimizden eksilmez, tam tersi bereket onun kaşığının ucundadır...
Dilegim sonraki bayramlarda bu dünyadan göç edenlerimize damlasın gözyaşlarımız, yürek göçümüze artık ağlamayalım...
Hepinizin bayramı güzel olsun, sevgiyle.

5 Eylül 2008 Cuma

OLMADI...



Belki her birimizi biraz şaşkınlığa düşürecek biraz daha acabalara sürükleyecek veya kendimize yine başa mı döndük sorusunu sorduracak bir açıklama yapmış prof. Atay ben okudum ve paylaşıma sundum……

Prof. Atay, "Düzeltilmesi gereken fıkıh hükümleri" başlığında 46 madde sayıyor. İşte bunlardan bazıları: "Boşanma erkeğin elinde değildir, mahkeme iledir. Kadının da boşanma hakkı vardır, mahkeme iledir. Kuran'da kadını dövme yoktur. Kuran'da miraç olayı yoktur. Kuran'da kadere iman yoktur. Kuran'da erkek kadından daha erdemli değildir. Kuran'da şefaat yoktur. Kuran'da kadınların çalıştıkları kendilerinindir. Kuran'da boşanmanın tek nedeni geçimsizliktir. Kuran'da idare sistemi 'şûra'dır. Farz namazların kazası yok, tövbesi vardır. Kadınların başı açık, Kuran okumaları, namaz kılmaları caizdir.

Başı örtmek, namazla ilgili değildir. Hz İsa ölmüştür, tekrar gelmeyecektir. İslamda mehdi inancı yoktur. İslam inancında deccal yoktur, ama her ulusu düşüren, fasık, facir, deccaller zaman zaman çıkabilir. Kadınlar eğe kemiğinden yaratılmamışlardır. Kuran'da eşcinselliğin hükmü bulunmamaktadır. Gusülde ağza, burna su vermek gerekmez. Oruç'ta kefaret yoktur.

Kuran'da İslam ve iman ayrıdır. Tövbe kefaretten daha büyük cezadır. İslam'ın din bilgisi kaynağı akıl ve Kuran'dır. İslamın şartı beş değildir, Kuran'ın bütün emirleri İslamın şartıdır. Kuran'a gidip fıkhın, tasavvufun, kelamın, hüküm ve kurallarını gözden geçirip değiştirmenin temel kuralı şudur: Günümüzün şartlarına göre ayetleri insanın, toplumun, yararına göre yorumlamaktır. Kuran'ın amacı insanın yararıdır."
Allah'ın elçisi dışında; -kim olursa olsun- herhangi bir kişinin; Her Sözünün "Mutlaka Doğru ve İslam'a ait" olarak kabulü; Şirke girmektir. Ve bu "İslam'da Yoktur" dediğimiz [Ruhbanlığın] ta kendisidir.

And olsun ki Kuran'ı, öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur? (54/17 22 32 40)Aynı ayet; bu Sure içinde Dört kez tekrarlanır.Ve Sanırım bunun tek şartı: "Mezhep, Şeyh .... Ne diyor, Nasıl yorumlamış" düşüncesini / gözlüğünü bırakarak; Sadece "Yaratan Ne Diyor" duygusu ile; "Düşüne-Düşüne" okumaktır. (imamhatip.com)

Evet, prof. Atay böyle demiş, aslında fıkıh hükümleri başlığı altında sıraladıkları 46 madde hepsini veremedim yazı gereğinden fazla uzayacak diye.

Özellikle söylediği bir cümle üzerinde takılı kaldım. ‘’Allah'ın elçisi dışında; -kim olursa olsun- herhangi bir kişinin; Her Sözünün "Mutlaka Doğru ve İslam'a ait" olarak kabulü; Şirke girmektir. Ve bu "İslam'da Yoktur" dediğimiz [Ruhbanlığın] ta kendisidir.’’

Peki, bu sözden yola çıkarak Allahın elçisinin dışında söylenenleri külliyen reddeceksek buna prof. Atalay’da dâhildir, o zaman biz Arapçayı da kendi kendimize çeviremiyorsak yani çevirene itibar etme durumumuz söz konu ise hangisine inanalım?

Kendimi anlamaya başladığımdan bu yana din adına bildiklerimi neredeyse kökünden sallayan bu fıkıh hükümleri bana neyi düşündürmeli?
Bugüne değin yaptıklarımız toptan yanlış mıydı ya da bugünden sonra bu hükümler ışığında doğruya mı erişeceğiz?
EĞER TÜRKÇE İBADET ETSEYDİK yazımda özellikle vurgulamaya çalıştığım dinimizi anlamak yine karşımıza çıkıyor…

Akademisyenleri, araştıran meseleyi en ince detayına kadar inceleyen insanlar olarak değerlendirdiğimiz de evet onlar daha doğru neticeye ulaşmışlardır sonuç olarak bu bilgi kulaktan dolma değildir diyoruz.

Tam bu noktada başka bir pencere açılıyor, Hulki Cevizoğlu akşam gazetesinde bir köşe yazısında diyor ki;
‘’Bu eleştirimiz özellikle din alanındaki kimi profesörlere.Örneğin, yıllarca sular seller gibi ezberlemiş olmaları gereken Kur'an'ı Kerim'den bir ayet soruyorsunuz. 'Böyle bir ayet var mı, yok mu bilmiyorum' diyor, Siz 'Kuran’da yazılanı' soruyorsunuz o size 'kendi fikrini' yutturmaya çalışıyor.'Acaba bazı din bilginleri ateist olabilir mi?'Nerden çıktı, derseniz yukarıdaki açıklamalar böyle bir soruyu akla getiriyor.’’ Diye eklemiş Cevizoğlu.

Hadi buyurun bakalım…
Eğer bu varsayımı kabul edersek kimin ateist olduğunu nasıl anlayacağız sonuç itibari ile bu insanlar bunun eğitimini almış dilini gayet iyi kullanan hatipler.
Diğer yandan bırakalım akademisyenleri şeyhler şıhlar ne diyor desek o tarafta bin ayrı ses bin ayrı şey söylüyor…

Yine prof. Atay’ın başka bir açıklaması;

"Değiştirmek değil düzeltmek, ıslah etmek, yararlı bir iş yapmaktır. Reform ve içtihat yapmak, kayıtsız ve şartsız düşünmekle olur. Kötü yönde değiştirmeye ve bozmaya reform denmez; ona deform denir. İslamda reform yapmaya içtihat denir. Bundan dolayı her müçtehit reformcudur."

Konunun iyice anlaşılmasına yardımcı olmak amacıyla bazı kelimelerin Türkçe karşılıklarını yazayım.
Müçtehit; Kuran’ın sırlarını hakkıyla bilen, içtihat yapabilen, İslâmî ilimlerin bütün hükümlerinde otorite olan her fıkıh bilginidir.
İçtihat; Yasada veya örf ve âdet hukukunda uygulanacak kuralın açıkça ve tereddütsüz olarak bulunmadığı konularda, yargıcın veya hukukçunun düşüncelerinden doğan sonuç.
Yani şunu anlıyoruz ‘’düşüncelerden doğan sonuç’’.
İçtihat’ın kelime anlamı, anlayış, görüş, kavrayış ya da özel görüş, bu durumda içtihat tereddüde mahal vermeyecek mi olmalı veya oluyor mu?
Pek çok din adamının akademisyenin ulemanın bir araya gelip tek bir ayeti yorumlarında bile kendi içlerinde bağdaşmazlıklar varken bizler hangisine itibar edelim?

Hiçbir şeye körü körüne inanmaktan yana olmadım hep araştırdım hep anlamaya çalıştım kendi bildiklerimden hep şüphede oldum ki bu emniyet gözümü kapar dahasını öğrenemem beni bağnazlaştırır düşüncesinden hareket ettim.
Ancak gördüğüm bir şey var herkes bildiğini söylüyor herkes anladığını ve herkes ben doğruyum diyor.
Kimisi ben hocamdan öğrendim kimi ben bunun tahsilini yaptım kimi atalarım yanlış mı yaptı diye savunuyor…

Sadece kadının başörtüsü konusunda bile çıkan infial ne kadar dar boğazda olduğumuza göstergedir ve o kadar ayrı uçlar o kadar farklı şeyler söylüyor ki bir an durup neler oluyor diyoruz…
Bu ayetler kişilere gelmediğine göre, tercüme hep aynı ayet hakkında yapılıyor peki nasıl oluyor da biri kadın sımsıkı örtünecek derken diğeri yok böyle bir şey diyebiliyor?
Nasıl oluyor da biri kadın regl döneminde namaz kılamaz oruç tutamaz kuran okuyamaz gibi kesin hükümler bildirirken bir başka din adamı külliyen yanlış bu durumda kadın bu ibadetlerden yasaklı değildir diyebiliyor?
Bütün bunların yaşanmaması için bütün bunları en baştan öğrenmek adına yapamadığımız yaptırılmayan TÜRKÇE İBADET bize bu şekilde geri döndü.
Eğer bugüne kadar okuduğumuzu anlayarak söylediğimizi bilerek ibadetlerimizi yapsaydık bu kargaşanın içinde olmayacaktık.
Hala acabalar içinde kim doğru söylüyoru aşmış bizlerde gerçeği anlayan olacaktık.
Olmadı…….