29 Haziran 2008 Pazar

DÜN BUGÜN


Bizim zamanımızda diye başlayan her cümle de aslında serzeniş vardır , geride kalan her şeye özlemdir, aslında bugüne biraz sitemdir.
Mutlak geçen zaman içinde hayıflarımız hatalarımız oldu ama nedense maziden hatırımızda kalan hep güzel anılardır, belki onları hafızamıza nakşederiz belki bugün yok olanları orda anarız bilmiyorum fakat her birimizin diline gelen hey gidi günler hey cümlesi içimizde biraz hüzün yaratmaz mı?
İlerleyen zamanla eskiyen insan yenilenen teknolojiyle adapte zorluğu çekiyor desek görünen tablo pek öyle değil bana biraz yiten değerlere hayıflanma gibi geliyor, kendi zamanında aldığı evlenme teklifi,
İzdivac’ ınıza Talibim “Gayemiz aciz haneyi taciz etmek değil, bilakis şu efkarı umumiye de bir aile bacası tüttürebilmektir. Cevabınız nispetinde kalp-i harabemi tamir edeceğinizi umduğumdan dest-i izdivacınıza talibim efendim.” Olan biri belki kızının anne evleniyorum arkadaşım bana hadi evlenelim dedi demesine sitemde oluyor.

Eskiden Bayramlar da çoluk çocuk bir arada olup küçükler büyükleri ziyaret eder büyükler şık mendiller içine yerleştirdiği harçlıkları hediye ederlerdi, birlikte yapılan kahvaltılar yenen yemekler edilen sohbetler evin için de gerçek bir bayram havası estirirdi.
Belki bugün bayramın tatil olarak değerlendirilip herkesin bir yana savrulmasına üzülüyor insan.
Camdan cama yaşanan aşklar dokunmadan büyüyen sevdalar vardı, seni seviyorum demek hiç bu kadar kolay değildi aşk gerçekten aşka benziyordu hilafsızca yaşanan sevgi selleriydi, oysa bugün merhabadan sonra ikinci kelime nerdeyse nasılsın aşkım oldu, kim bilir buydu belki can yakan…
Anne babasının izni olmadan evlenmeye kendi rızası da olmayan bir nesil şimdilerde ön evlilik yapan gençlere bakarak ağlıyor belki de…
Kokulu zarflarla yolladığı mektupların yerini alan cep telefonu mesajları yada
E-mailler ruhunu okşamıyor, kolaylık diyor içinden büyük kolaylık ama, işte ama…
Gerçek dostum dediği insanların belki sayısı azdı ama dosttu onlar, her şeyini paylaşabileceği sırlarına ortak neşesine derdine ortak düştüğü yerde el veren dostlarına bakarak, bugün menfaat ve çıkarlar üzerine yapılanan sözde dostluklaradır gözyaşı.

Komşulukları akrabalıktan öte olan o zamanlara, olanın olmayana el verdiği her türlü ihtiyaçlarında birbirlerine destek olunduğu aynı mahalle sakinlerinin komşuluk anlayışını hatırlarken, bugün aynı site içinde barınan insanların birbirini tanımadan yaşamasına kahırdır geçmişi hatırlamak kim bilir.

Sokakta cıvıldayan çocuk seslerinin azalması oyuncakların da değiştiğini hatırlatır ona kendi bez bebeklerini makaradan yapılan tahta arabasını düşünürken torununun bilgisayarda eğlendiğini görmek o kadar da çabuk kabulleneceği değişim değildir işte.
Tüm ailenin bir araya toplanıp radyo piyeslerini dinledikleri gecelerde ne kadar heyecan duyduğu gelir aklına hele kışsa mevsim sokaktan geçen bozacıdan aldıkları bozanın tadını damağında hisseder bir an.
Şimdiyse her odaya yerleşen bir televizyonla herkes kendi havasındadır, kendi hayatını yaşamak derler adına… nasıl yaşamaksa.

Evet, paylaştığımız keyifler sahip olduğumuz değerler yok oldukça her birimiz kendi köşemizde kalmaya karar verdik birbirimizden uzak kalabalıklar içinde yapayalnız yaşamak oldu bu, demek istediğim yine radyoda piyesleri dinleyelim yine arabalarımızı makaradan bebeklerimizi bezden yapalım değil, sadece eğer aynı dünyayı paylaşıyorsak kültürümüz aynıysa üstüne üstlük bir de aileysek biraz düşünme zamanıdır.
İnsan maziyi hatırlamaya başlıyorsa yaşlanıyor demektir o halde yaşlanana sen ayrı kuşaksın senle anlaşamayız demek yerine daha mutedil yaklaşarak geçmişte edindiği deneyimlerden güzelliklerden paylaşabiliriz olmaz mı?
Olur…hem de çok güzel olur bizi bugün zenginleştiren aslında dündür dünden öğrendik bugüne geldik o halde bizden evvel öğrenene itibarsızlık niye?
Bugün kocaman evlerimizde yanımızda barındıramadığımız bize ihtiyaçları olan ana babalarımızı modern dünyanın huzur evlerine teslim ederken şartlar bunu gerektiriyor demek vicdan rahatsızlığının önüne geçemiyordur eminim.
Yaşadığımız bugün dünde kalacak ve biz onları anarken ağlamayalım tıpkı bizden önce yaşayanlar gibi güzellikleri hatırlayalım mazide geçmişin hüznü olsun sadece, yıktıklarımızın altında ezilmeden anlatacağımız hatıralarımız olsun, bizler de hey gidi günler hey derken sadece serzeniş zamana olsun kocaman kocaman hatalar yapmayalım ki torunlarımıza anlatacağımız güzel hikayelerimiz olsun…

20 Haziran 2008 Cuma

FEMİNİZM


Bu gün feminizm ve taraflarından bahsetmek istiyorum, hem biraz konu hakkında fikir edinmiş oluruz hem de seçilecek bir yolsa tercih ederiz neden olmasın.
Geçen hafta bir kanalda tartışma programı var, bayan bir yazarımız sürekli bağırıyor karşısında da gazeteci bir beyefendi, tamam dedim fırsat bu fırsat şimdi çözerim ben bu işi...
Bayan neden efendim diyor neden ben de gece ikide yalnız başıma çıkıp bir yerde bir şey içemiyorum, adam için diyor sizi engelleyen ne?
Siz diyor kadın yani hemcinsleriniz, ben kadın kimliğimle tarafınızdan bir şekilde taciz ediliyorum buna ne hakkınız var?
Şimdi burada durup bir nefes alalım, söylem bana göre baştan falso, bir kere bölücü bir yaklaşım, siz-biz-kadın-erkek nedir bu...?
İstedikleri şey bu tarz bir özgürlükse gazeteci beyefendinin dediği gibi kimse kimseye engel olamaz.
Sokaklar erkekler kadar kadınlara da açık, ancak bizim güzel bir sözümüz var hamam giren terler der, o saatte sokağa çıkan bir kadın taciz edilir doğru söyler yazarımız, ama yanlış, olaya taraflı bakmada, çünkü en yakın annesi ise onun vaktin bu zamanında yanında bir erkek arkadaşı yokken dışarıda olmasına hoş bakmayacaktır.
Yani onu asıl durduran ya da taciz eden önce kendi cinsidir.
Başta da söylediğim gibi her düşüncenin yanındayım, ama savunduğumuz fikrin bize getirisi ne?

Şöyle söyleyebiliriz, belki mesaisi uzamış bir bayanın hava karardıktan sonra evine dönmekte yaşadığı huzursuzluk kendini korkan hissetmesi, kadını bu nokta da isyan ettiriyor olabilir.
Ve de bu çok insani bir duygu, burada rahatça evine ulaşamayacağını hissetmek bile kişiyi yaralar, fakat ben erkeklere tek tek lütfen bize saldırmayın demek yerine, kendimizi korumayı öğrenmeliyiz diyorum.
Kaldı ki bunun gecesi gündüzü de yok, burada başka bir şey söyleniyor, gece hayatından erkekler kadar özgürce faydalanamadığını anlatıyor kadın, söylediğim şekilde eğer kendini korumayı öğrenirse gece hayatı da kendinin kendine teslim ettiği özgürlüğü olur, yani erkekten ricaya gerek yok...
Bir de duyguların hürriyeti söz konusu, kadının bir erkekle beraberliği devam ediyorsa evli ya da sadece beraber yaşayan iki insan da olabilir, o zaman da aşk tartışılıyor.
Sebep şu, erkek bir süre sonra bu yoğun duygusundan uzaklaşması halinde bir başka kadına yöneliyor da kadının niye böyle bir özgürlüğü yok, yani o da yeni bir aşk yaşayabilir, hem evlilik devam eder ya da birliktelik hem de böyle bir çeşidin ne zararı var, çünkü zaten erkek yapıyor...
Aşk ne kadar aynı yoğunlukla yaşanır bilmiyorum, çünkü gerçekten çok yüksek seviyelerde seyreden bir nabız atışı aşk ve burada bundan tek yorulanın erkek olduğunu düşünmüyorum benim naçizane görüşüm, aynı şekilde kadın da yorulur, yani bu çok hızlı yanan bir ateştir zamanla yavaşlar, o zaman yerine gelen sevgidir, burada erkek yine o duyguyu aramaya çıkmışsa yani yaşadığı ona yetmemişse yol açık tabii ki denesin, ama anlayamadığım kadın bunu tekrar yaşamak için mi talep ediyor yoksa erkeğe gövde gösterisi mi yapıyor?
O zaman şöyle yapalım evlenmek beraberinde sorumluluk da getirir ille de nikah olmasın bu fark etmez beraber yaşadığınız insana da aynı derece sorumlusunuz tabii oda size, bunu hiç böyle inatlaşarak değil çünkü gerek yok, ben seninle olan beraberliğimden artık eskisi kadar zevk almıyorum ve yollarımızı ayıralım istiyorum diyerek, dürüstçe ve mertçe bir teklifle bu gerçekleştirilebilir, bunu her iki taraf için de söylüyorum, yani gizlenerek olması daha mı heyecanlı, ya da daha mı güzel?
Burada feminist arkadaşlarıma katılıyorum ama sadece şu anlamda ayrılıyorum, evet erkek kadar kadın da duygularını yaşamakta özgür, sadece erkeğin de kadının da beraberken bunu yapması yanlış ve onlar yapıyor diye kadın da kendini küçük düşürmemeli çünkü yapılan şey hiç de erdemli bir davranış değil...
Ne kadının ne de erkeğin yaşadıkları süre içinde kendince istediklerini yapabilecek kadar özgür olduğunu düşünmüyorum, hiç kimseye bağlı olmadan salt kendi adınıza bile yaşarken bu olmaz.
Bir sürü şey bizi geri çeker, adına ne derseniz deyin toplum baskısı ananeler yasalar tabular ne derseniz hiç fark etmez, içimizden bir sürü insan bir an gelir çılgın gibi kendini sokağın ortasına atıp bağırmak ister, içinde coşanları söylemek ister yanlış yapmak ister ama yapamaz çünkü kendini durdurur, erkeği de kadını da, özgürlük kendi düşüncemiz kadardır, ne kadar düşüne biliyorsak o kadar...
Yapılan kaçamaklar burada bize ne için örnek? Kesinlikle kişilerin başka birini sevmesi ayıptır demiyorum, sevebilir cinsi ayırmadan konuşalım, ancak erkek bunu üzerini örterek yapıyor gizliyor diye bizde ondan örnekleyelim mi?
Hırsız çalıyor diye bizde mi çalalım?
Sevgi tartışılmaz ya vardır ya yoktur, bittiği yerde de yol biter, o zaman kendimizce bize uygun olanı bulur yürürüz, tatlıyla çorba bir arada yenmez...
Hayat arkadaşımız yiyormuş e yesin bizde mi midemizi bozalım şimdi bir inat uğruna.
Erkek tarafından koruma altında tutulan kadınlara da isyan var tabii bu düşünce de, ne diye dayatıyorsun o sen değil ki ne diye, köle muamelesi yapıyorsun gibi söylemler var.
Evet, bu çok doğru bir tespit, ne diye dayatıyorsun, gitmeyeceksin, giymeyeceksin, söylemeyeceksin, ne bileyim adamın kendince kuralları var sayıyor işte.
Çünkü bu bir güç sağlıyor, kimin eline geçse kullanır, neden erkek suçlu, neden feminist düşünce erkeği asıyor?
O kadını da yetiştiren bir kadın, daha çocukluğundan başlayan ve evlenene dek tükenmeyen nasihatler, kocana karşı gelme sözünden çıkma, evine zamanında gir, sofrada eline sohbette diline hakim ol, diyen de bir kadın, kendi eşinde gördüğünü aynen kabullenip kızına aktaran da bir kadın, yanlış kimde?
Erkekte mi?
Allah erkeğe verdiği düşünme gücünü kadına da vermiş, yanlış nerede olursa olsun fark edilir, ben bilmiyordum olmaz, sen bilmiyordun yaşadın gördün yani tecrübenle tescilledin, kızına neyi öğrettin?
Madem özgürlük başkalarının düşünceleriyle değil de kendi düşüncelerinle yaşamak ki bu doğru, niye sen boyunduruk altındayken evladına da sen de aynını yap dedin, burada kadın sütten çıkmış ak kaşık, erkek dayatıyor diye mi suçlu?
Dayatır, dediğim gibi hepimiz elimizde olan egemenliği kullanmaktan yana oluruz, böyle bir imkânımız varsa biz de erkeğe kullanırız, maksat bu değil ki, önce bunu anlayalım, niyetimiz üzüm yemek mi bağcı dövmek mi?
Bu sözlerim beni kadın düşmanı falan gibi gösterecek bir yandan da bunun sıkıntısını çekiyorum ama değilim, ben her şeyden önce bir insanım ve benim sahip olduğum haklarım erkeğin iradesin de değil, işte hazmedemediğim bu biz neyi kimden talep ediyoruz, bu yol yanlış...
Bu gün mağdurum kocam bana saygı göstermiyor ya da dayak yiyorum diyen hangi kadına bakarsanız bakın bir çıkış yolu aramıyor, kaderine razı olmuş onu yaşıyor, asla erkek kabahatli değil, kişi eğer çalışabilecek güçte ise hayatını kazanır, kesinlikle eğitim falan gibi laflar etmeyelim, birçok üniversite mezunu kadınımız da dayak yiyor, bizi bırakın Amerika da karısını en çok dövenler üniversite mezunları dayak yiyen kadınlarda üniversite mezunu, bu bir araştırma sonucudur.
Üstünlüğü siz teslim ederseniz tabii ki kabul görür yok ben almayayım kim der?
Güzel olan bu değil yaklaşım çirkindir tabii ki kötü örnekler ama benim söylediğim boyun eğiş, bu hepsinden daha ayıp geliyor bana...
İnsan dağ başında kendini özgür sanır
Toprak yalnız büyütmez hem de çürütür
İnsan kendine güvenmeli daima
Ağaca dayanma kurur, insana güvenme ölür...
Biz kadın olarak sırtımızı dayadığımız eşimizden kuvvet alıyorsak, kendi başımıza ayakta duramıyorsak bundan neden sadece erkek sorumlu olur, hiçbir mantığa sığmıyor bu, o zaman dayanmayacaksın arkadaş, her nimetin bir külfeti var, bu kadar rahat yaşamaya bedel sunulur, neredeyse kadının yerine düşünen erkek tabii ki kendin de bazı hakları bulacak, giyme diyecek gitme diyecek yapma diyecek, ayağımıza basılmasını istemiyorsak ayağımızı ayağının altına sokmayacağız...
Yıllarca evlenelim diye yalvaran Fadime’yi hiç ciddiye almayan temel Fadime’nin bu inadından bir gün vazgeçeceğini umarak ihtiyarlamış, tabii Fadime de...
İkisinin de yaşları hayli ilerlemiş ama yine de birbirini sevmekten vazgeçmeyen bu iki sevgili bir gün parkta oturuyorlarken, Fadime birden son şansını denemek istemiş ve Temel demiş, artık evlensek diyorum sen ne dersin?
Temel uzun uzun Fadime’ye bakmış iyi de Fadime demiş bizi bu yaştan sonra kim alır???
Bizim fıkralarımız bile kadının bir yere sığınmasını dile getirir erkeğin de buna ne kadar sıcak olduğunu anlatır.
Hemcinslerimiz tarafından yargılanırken suçladığımız erkekler oluyor ben de bunu çözemiyorum, bir kız otuz yaşına gelmiş ve hala evlenmemişse ilk önce en yakınları tarafından evde kaldı damgasını yer, bunu erkelerden evvel söyler kadınlar.
Otuz yaşında ki bir kızla erkek evlenir kırk yaşındakiyle de evlenir hiç sorun yok ki orda, dava kadınlar arasında, şimdi buraya bir virgül koyuyorum feminist arkadaşlarımızın bir kadın neden kendinden yaşça küçük biriyle beraber olamıyor ya da olduğu vakit niye tepki alıyor sorusuna yöneliyorum.
E olsun arkadaşım kadın elli yaşında yirmi beşlik bir erkekle beraber olmayı sindirebiliyorsa bu kendi meselesi, toplum onu özel görmüyor ona nasıl bakıyorsa erkeğe de öyle bakıyor, sen sadece bağırdığın için fark yaratıyorsun hepsi bu...
Ortada bir mahkeme var ama ne sanık doğru ne yargı, sorgulanması gereken önce kadın, önce kadına sormak zorundayız nereye kadar neyi kabul ettin ya da niye ettin diye?
Ata binip ırağa gitmeye gerek yok, lafı hiç dolandırmadan yanlışları belirlemek ve de objektif bakmak zorundayız, kim yük taşırım derse yük ona vurulur, kadın baştan pazarlık geliyor, erkek de uyguluyor, kime bağırıyoruz, bence çok adil değil...
İnsan ömründe en kötü şey BİRAZ olmaktır, biraz düşünürsek biraz çalışırsak biraz direnirsek kısaca biraz yaşarsak, karşımıza ÇOK olan birileri gelip bizi yöneten olur, bunu kesinlikle ne erkeğe ne de kadına maal etmek istemiyorum sadece insan olarak koyuyorum, ama ille kadın denecekse o zaman ona da BİRAZ olmayacaksın diyorum.
Bizi neden eziyorlar diye hesap sormak yerine, biz neden eziliyoruz diye sormak çok daha mantıklı, insan direnerek köle olma anlayışını kökünden kopardı, çünkü kendine bir türlü yakıştırmadı, çünkü ne erkeğine ne de kadınına uymadı, o bir imparatorluktu, bunun kaymağını yiyenler de ellerinde ki gücü isteyerek vermediler, şimdi ne oldu, camii de kazandık mescit de mi dağıtıyoruz?
Ve bunu yaparken niye karşımızdakini suçluyoruz, eğer hak varsa yani kaybolan hak varsa verilmez, alınır...
Yine feminist bir yazarımızın kitabını okuyorum, yeni evli bir arkadaşının balayında başından geçen bir olayı anlatıyor ve inanılmaz tepkili, evli çift yemek yerken erkeğin üzerine çorba dökülüyor ve odaya çıkıp üstünü temizlemek üzere kalkıyor, çok doğal olarak da eşi de ona refakat etmek istiyor.
Vay vay vay, sen misin kocanla giden, yazar bu ne demek olurdan başlıyor en sonunda kadın hizmetli demekle bitiriyor.
Şimdi yine güzel bir söz geldi aklıma, nasıl bakarsan öyle görürsün diye...
Bu olayda kimse zorbalık yapıyor mu, kadının hakkına tecavüz var mı, sürüklenerek bir yere mi götürülüyor, hatta sende benle gel teklifi bile yok...
El insaf, çıngar çıkaralım ama gerçekten çıkması gereken yerde.
Bu kadın erkek eşitliği kavgası değil, kadınla erkeği birleştirme kavgası da değil, iki cins ayrı dursun herkes bildiğini okusun kavgası.
Kadın eğer evliyse eşine yemek yapmakla çamaşırını yıkamakla ya da onun ütüsünü halletmekle ezilmez, küçülmez, onun özgürlüğü de sınırlanmaz.
Kadının da erkeğinde fiziki özellikleri itibariyle kazandıkları el melekeleri vardır, yani her evde bulaşık varsa kadın halleder musluk bozulursa erkek tamir eder, bu bir iş bölümüdür maksadın kimseyi ezmek gibi bir fikri yoksa bunda ne zarar olabilir?
Ben bir buzdolabını sırtıma alıp üç beş kat yukarı çıkaramam çünkü kadın olmam sebebiyle yaradılıştan narinimdir.
Özel karate judo vs gibi ders almamış bir kadın kötü bir saldırı anında kendini korumakta zorlanır.
Oysa hayatında hiç boks eğitimi görmemiş bir erkek, hele hele yanındaki hanıma bir zarar gelecek ortamda tek yumrukta adam bile öldürür...
Bu onun ne kabalığı nede üstünlüğünüdür, yaradılışından kaynaklanan fiziki gücüdür, tıpkı kadının duygusal anlamda daha kuvvetli olması gibi...
Şimdi elmalarla armutlar toplanmaz, ne erkeği kadınla eşitleyebiliriz, ne de kadını, konumlar farklı neyi neyle çarpalım?
Her şeyden evvel şık değil...
Ama bana şunu derlerse, kırsal kesimde ki kadınlarımız mahrum, erkekler çok adil davranmıyor kadın tarlada kadın evde kadın okutulmamış üç beş koyuna kızlarımız takas derlerse kabul, haklarını alamıyorlar eziliyorlar, bu kadar özveriye üstlerine kuma geliyor ağa anlayışı hüküm sürüyor kahveler tıklım tıklım derlerse, ben hepsinden daha feminist olup hepsinden daha çok mücadele edebilirim ve yanlarında dururum.
Çünkü gerçekten farklı durumlar, gerçekten çaresizlik var, ama ben hizmetli değilim ev işini kocam yapsın o çıkıyor da ben niye gece dışarıya çıkamıyorum gibi yada buna benzer ucuz örneklerle demagoji yapılırsa affetsinler ama kafamı yatıramam...
Çünkü anlayışımın içinde kadın erkek farklı durmuyor, sadece özellikleri farklı çünkü biri dişi biri erkek başka türlü olur mu?
Ekonomik koşulların bu kadar ağır olduğu ülkemizde hatta erkekleri biraz da yorgun yılgın görüyorum, şimdi sesler kadında iş dünyasında diyor ama sorumluluğun en ağır dilimi erkeğin, bu inkâr edilmez bir gerçek.
Bedavadan baba oluyorlar, kadın çocuğunu bile dokuz ay karnında taşıyor diyen bir zihniyete söylenecek laf yok...
O bedavadan babalar, dokuz ay sıkıntı çeken annelerden sonra, çocukları dünyaya geldiği andan itibaren minimum yirmi yıl o çocuğun her şeyini sırtlanmak zorunda ve bundan mükellef de.
Yemesi içmesi giymesi eğitimi sağlığı babanın evladına vereceği ahlaki değerler sorumluluklar ve daha sayamadığım bir sürü mesuliyeti sırtlanır o bedavadan babalar...
Üzgünüm, benim babamda bir erkek ve onu böyle şeylerle yargılamadan dümdüz seviyorum, eğer annemle hayatlarını birleştirip sevgiye imza atmasalardı ben bu gün burada yazıyor olamayacaktım, onlara da bu vesileyle teşekkür ediyorum.
Her cepheden erkeklerin durumunu değerlendirmeye çalışıyorum, o kadar ince bir çizgi ki aslında erkekler zor durumda, eşine yada beraber yaşadığı kız arkadaşına tamam birlikteyiz ama birbirimize sorumluluklarımız yok dese dilediğin saatte git dilediğin saatte de gel öyle yemektir bulaşıktır temizliktir gibi şeyler senin işin değil dese, başta kendi yakınları olmak üzere bin ayrı yerden ayrı ses gelir, kimi bu adam karısını sevmiyor der kimi vah zavallı kadına sorumsuz bir adamla evli der, bu adam başka birini seviyor diyenler bile çıkar artık dinleyin yorumları takdir beklerken üstüne kötek.
Kadına bakarsak, eşinin kendi düşüncesine katılmasına sevinemez bile, ona da en yakın olan kişiler bu tarz yaşamasını doğru bulmaz, onaylamazlar, kadını da onaylamaz erkeği de onaylamaz.
Çünkü toplum kültürümüze ters ne kadar uydurmaya çalışsak bize bir beden büyük olmaz işte.
Ama bir günah keçisi bul ille de erkek olsun diyorsak vurun abalıya...
Her zaman bir erkeğin bir kadına bir kadının da erkeğe ihtiyacı var, tek başımıza da güzel şeyler yaparız, ille de karşı cinse sevgimizi vermek zorunda değiliz, ama vermeye karar verdiysek artık sen-ben-kadın-erkek anlayışını bırakıp biz bir olduk diyebilmeliyiz.
Çünkü hayatımıza ortak ettiğimiz insana, evimize aldığımız bir yardımcı gibi, bak bunu yapacaksın şunları yapmazsan bende böyle yapmam gibi, anlamsız kaprislerle yormak yıldırmak kafasını karıştırmak sonuç itibariyle her iki tarafa da zarar verecektir.
Asla taraflı değilim, herkesin düşüncesine saygılıyım, ama bir fikrin yanında ya da karşısında olmak için o fikrin artısını eksisini hesaplamak zorundayız.
İçine sevgimizi koyduğumuz hiçbir şey bize zor değil, çünkü sevgi kaya gibi dediğimiz kadının da erkeğin de dizlerini büker.
Yeter ki elimizdeki hayat ağacını acıtarak yontmayalım, çünkü onun bir dalı erkek bir dalı kadın...

16 Haziran 2008 Pazartesi

YÜREK KIYAMETİ (yalanlar)



Hiç yalan söylemem diyen insan en baştan yalan söyleyendir diyerek belki de beyaz yalanlara daha müsamahakar bakma yolunu açıyoruz.
Aslın da gerçek de bu, hepimiz hayatımızın bazı dönemlerin de küçük de olsa yalan söyleriz, belki o an doğruyu söylemek kırgınlık yaratır diye belki bir anlık mutluluk sağlamak amaçlı yada herhangi güzel bir sebeple kendimizce haklı yalanlarımız olur.
Bunlar kimseyi acıtmayan hayatını değiştirmeyen adına da ‘’beyaz yalanlar’’ dediğimiz zararsız yalanlardır.
Ancak öyle yalanlar var ki gerçekten yürek kıyameti yaratır gerçekten hayatınızı karartır ne söyleyene ne söylenene faydası olmayan insan hayatını kökünden sallayan zaman zaman deviren yalanlar olur…
Yılandan korkmam yalandan korktuğum kadar diyen şair bence hiç abartmamış çünkü yalan gerçekten tehlikeli yalancı gerçekten zararlı.
İnsanlar neden yalan söyler, hedef nedir yalancılık hastalık mıdır?
Pek çok sebeplere bağlı olmakla beraber hastalık boyutuna ulaşmış yalancılık artık önüne geçilmez bir yaşam şekli olur.
Yalan hastalığı da denilen ‘’mitomani’’ kişinin kendi içinde yarattığı dünyaya inanarak yaşaması karşısındakini de inandırma çabası tıbben kabul edilen bir rahatsızlıktır.

Bilimsel adı ‘‘Mentioloji’’ olan yalan araştırmalarının ortaya koyduğu çok önemli gerçekler var.
Bir araştırmaya göre her beş dakikada bir diliminizin ucuna bir yalan geliyor.
Yalan, hile ve desise genlerimize işlenmiş bulunuyor ve evrim sürecinde de dinamo işlevi üstleniyor. Biyologlar, beyindeki gelişmenin yalan-dolanla ilgili olduğunu düşünüyor. Çünkü doğal seleksiyon sürecinde ‘‘dürüst’’ olanlar değil ‘‘hilebazlar’’ ayakta kalıyor.
Eğer olaya bu anlamda bakarsak hayatımızın içine yalanı rahatça yerleştirir tüm değer yargılarımızı değiştirebiliriz.
Daha zeki olmak daha çok kandırmak ve tabana yalanı yerleştirmek hayatı kolaylaştırmak mı olacak?
Peki nereye kadar?
Atalarımız yalancının mumu yatsıya kadar yanar derken enin de sonunda su yüzüne çıkacak gerçeğin engellenemezliğini söylemiyor mu?
Peki ne kadar çaba harcansa da sonuçta hüsran yaşanacak, yalana hizmet yerine doğruya ve dürüstlüğe emek verilse daha zekice olmaz mı?
Tabii bunlar sorular, cevaplar hep kişiye özeldir, sosyal ahlak olarak isimlendirdiğimiz, kültürel, ırksal, kişisel değerler bütününü inkar nihayetinde sosyal ahlaksızlığı getirecektir.
Yaşadığımız yer çevremiz yakınlarımız sevdiklerimiz eğer bu anlamda bir bütünü teşkil etmiyorsa dejenerasyon yavaş yavaş başlıyor demektir.
Amacın kandırmak aldatmak anı kurtarmak olması kişiye anlık rahatlık sağlaması daha sonrasında üstesinden gelemeyeceği bir yalan zincirine mahkum olmasıdır.
Başlanılan yalan hiçbir zaman bir kerelik olmaz çünkü arkası gelecektir.

Eşini aldatan koca geç geldiği bir saati tek bir yalanla çözemez, okulu kıran çocuk ailesine bir hikaye uydurmak zorunda kalır ve ikna etmek inanmalarını sağlamak için üretir daha çok söylerse daha çok inandırıcılığı olacağını düşünür.

Doktorlar, yalan sırasında beynin yedi, doğruyu söylerken de dört bölgesinde faaliyet saptadıklarını belirterek, ayrıca yalan söylemenin doğruyu söylemekten daha çok çaba gerektirdiğini söylüyor.
Yani sarf edilen çaba doğruya göre daha fazla, kolay olan doğruyu söylemek ve ahlaklı olmak da doğruyu konuşmaksa neden yalan?
Aile içi eğitim çocukların ebeveynlerini örnek alması edep vicdan utanma duygusu buradaki önemli faktörler.
Yetişen nesle doğruları dosdoğru öğretmek sapmadan kaymadan anlatmak asıl olanın dürüstlük doğruluk olduğunu gelişen beyinlere yerleştirmek ebeveynlere düşen en önemli görev bence.
Temiz toplum düzgün insanların çoğalması ile varlığını koruyabilir, kişisel yaralanmaların dışında toplumca aldanmak duygusal hırpalanmalar manaviyat çöküşü insanın kendine olan saygısını kaybetmesi içinden çıkılmaz yalan yumağına dolanmaktan başka bir şey olamaz.
Kendisinin yıllarca sadakatle bağlandığı eşinin yıllar sonra aldattığını ve gözlerine baka baka yalan söylediğini anlayan kadın belki de bir daha sevemeyecek bir daha inanamayacak kadar yıkılır.
İnsan yaşadığından öğrenir yaşadıklarından öğretir, böyle bir anne evladını ne kadar sağlıkla eğitebilir, baba zaten en baştan yalancı.
Böyle bir ortamda çocuk gözler çocuk taklit eder doğru ile yanlışı öğretenler yanlıştaysa henüz gelişmekte olan beyin aradaki farkı anlayamaz ve sakat bir yapılanma ortaya çıkar.
Aileden başlayan topluma ulaşan büyüdükçe millete giden değer yargılarımızın tükenmesi sonunda hepimiz zarar görürüz.
Ne yalanı sevememek ne yalancıdan nefret etmek bizi kişisel anlamda korumaz, eğer yalan artık hayat felsefesi olmuşsa yaşamımızın her yerinde karşımıza çıkacak ve bizim kınamamız yetmeyecektir.
Alışverişte aldanmak inandığımız bir liderin yalanına tanık olmak sevdiğimiz insan tarafından kandırılmak sonunda bizim hayata bakışımızı değiştirir inancımızı yitirmemize yol açar.
Bu toplumsal çöküştür, yılgınlık güven kaybı herkese şüpheyle bakmak çok yorucu mutsuzluktur.
Günümüzde büyük çoğunluk psikolojik tedavi görüyor 16 bin 550 kişi üzerinden yapılan araştırma Türkiye de her yüz kişiden on yedisinin ruh sağlığının bozuk olduğunu saptamış.
Gelişen teknoloji daralan bütçe işsizlik adaptasyon zorluğu çok insanı depresyona sürükleyen ana faktörler.
Yalana başlamak belki köşeye sıkışmakla oluşan belki kendini aldatmak gereği hissine kapılma hali yada benim tıbben adını bilmediğim başka sebeplerden dolayı yaşanan gerçek.
Sorunun nereden kaynaklandığını bulup yalana neyin sebep olduğunu öğrenmek hayatın kalan kısmını ‘’yalancı’’ olmadan yaşamak için kendimizi iyi analiz edip gerekeni yapmalıyız.
Eğer tıbbi müdahale gerekiyorsa psikolojik destek ihtiyacı varsa acilen halledilmeli, çünkü söylenen hiçbir yalan saklı kalmayacak mutlak sonu hüsrana varacaktır.
Sadece kendini yaralamayan ‘’yalancı’’ pek çok yürek kıyametine vesile olmadan topluma faydalı değerlerine sahip çıkan dürüst ahlaklı birey olarak kendini topluma geri iade edebilmelidir.

Mitomani yalan söyleme hastalığı olarak tanımlanmıştır. Hastalık ciddi boyutlarda yalanlar uydurma, bu yalanlara inanma ve çevresindekileri olabildiğince inandırma ile karakterizedir.
MUNCHAUSEN SENDROMU18. yüzyılda yaşamış bir Alman baronu olan ve Rus ordusunda paralı süvarilik yapan Karl Fredrich von Münchausen’in ismi, Rus-Osmanlı Savaşı dönüşte kahramanlıklarıyla ilgili anlattıklarının abartılı olması ve yalancılığıyla ünlenmesi sonrası, yalan hastalık öyküleri anlatanları tanımlayan sendroma verildi.

Bilim adamları, tüm insanların beyinlerinde yalan dedektörüyle dünyaya geldiğini ortaya çıkardı.
Araştırmayı yürüten Kaliforniya Üniversitesi bilim adamları `sahtekarları fark etme` konusunda yerlilerle öğrenciler arasında fark olmadığını belirtti. (Telegraph)

13 Haziran 2008 Cuma

EĞER TÜRKÇE İBADET ETSEYDİK...



Evet; eğer Türkçe ibadet etseydik neler olurdu?
Bu hala münakaşalara tartışmalara vesile yaratan bir soru ama bana göre hiç bağrışmadan ele alınıp incelenmesi gerekir.
Ben televizyonda yapılan siyasi tartışmaları kaçırmadan izlemeye çalışırım ve hep bir şey dikkatimi çeker, oturumu yöneten konuğuna bir soru sorar ne bileyim işte soru çok basit net düz bir sorudur, politikacı başlar anlatmaya cevap bittiğin de ben hiçbir şey anlamam, hatta yemin ederim bazen sorulan sorunun menşeini bile hatırlayamam.
Çünkü cevap o kadar arap saçına dönmüştür ki soru ortada kalır.
Bunun tek sebebi var, sorulan soruya cevap vermek politikacının pek işine gelmez ve soruyu soranın kafasını karıştırarak hedefine ulaşır, yada öyle sanır.
Ve benim burada da müşahede ettiğim şey aynı, yani Türkçe ibadette aynen böyle tartışılıyor.
Bu fikri savunan da reddeden de meramını anlatamıyor çünkü sorular tam algılanamadan tartışılıyor.
Ezana Arapça okunsun bu doğru Türkçe okunmasında duygusal zenginlik olmayacaktır demek konuyu çok fazla aydınlatmıyor, işin duygusal boyutunu bırakıp islam çerçevesinde değerlendirmek daha doğru olmaz mı?
Namaz kılarken Arapça sureleri mealinden söylersek neresi yanlış olur bunlara bakalım, hangisi daha estetik olur değil ki davamız hangisi daha anlaşılır olur o hesap edilsin...
İbadet kelime anlamıyla dua yakarış niyaz demek, dili şivesi lehçesi yok, bildiğim kadarıyla da dua dillere göre kabul görür diye bir ayet de yok.
Kuran bize indi içindekileri okuyup anlamamız öğrenmemiz ve de onun tarif ettiği yolu takip etmemiz için.
Peki biz bilmediğimiz dilde okursak ne kadar değerlendirebiliriz, ya da neyi anlarız?
Lisan insana özel milletlerin seçtiği konuşma dilidir, yani insani bir şey, Allah lisanı olan mıdır, biz neyin tereddüdündeyiz?
Kuran tercüme edilirken bile kuşkular yaşıyoruz, mealin okunması hatim midir değil midir savaşındayız, Arapça hatmetmek çok güzel edebileni de kutluyorum, ama yine de aynı şeyi söylüyorum, mealinden okumadığınız dilinizce çevirmediğinizden anlamazsınız o zaman da öğrenemeyiz...
Kuran peygamberimize tebliğ olduğunda onu ümmetine anlatıyor ve içindeki ayetleri olabildiğince daha çok insana ulaştırmaya çalışıyordu, beraberinde bu işi yapan insanlar Arapçıyı bilmeyenlere izah da zorlanıyor ve islam’ı yaymakta güçlük çekiyorlardı.
Sahabelerden biri bir gün ya Muhammed bir çok insan Arapça bilmiyor anlattıklarımızı anlamıyorlar ve bu çoğalmamızı engelliyor ne yapalım diye soruyor.
Hz. Muhammed herkese kendi dilinde anlatın anlamalarını sağlayın buyuruyor...
Şimdi burada bir çelişki oluşuyor, bir kitap okuyorsunuz kendi dilinize çevrilmiş diyelim ki bu Türkçe olsun, ama anladığınızı Allaha anlatırken aynı dili kullanamıyorsunuz, sebebi nedir bizi anlamayan kim?
Bu sınır kimedir, bu bana çok anlamlı gelmiyor.
Şekilci anlayışa teslim olmak gibi bir şey bu, yakarmak Allaha dua insanın ona sığınması nasıl olursa daha doğru olur kimin inisiyatifindedir?
Arapça yazılan da Türkçe yazılanda sonuç olarak eğer öğretmiyorsa çare mealindedir, mealde ne dendiği belli ne istenildiği açıkça belirgin hepimizin de algıya bileceği şekildedir, biz insanken söylenenden anlarız da bizim dilimizi anlamayan kimdir?
Ama şunu söyleyebiliriz, Arapça sureler daha çabuk ezber olunuyor Türkçe si çok da akılda kalmıyor denirse tamam bu da kişiye özel seçim olur.
Belki ben Türkçe sinden daha çabuk kavrayabilen olabilirim...
Geçtiğimiz yıllarda Kenan evren paşa bir anekdot nakletmişti ve benim çok hoşuma gitmişti, bir yerde kuran okunuyor ve onu dinleyenler de vecd içinde kimi ağlıyor kim galeyana gelmiş Allah diye bağırıyor, okunan ayetin mealini bilen biri yanında ki oturana soruyor arkadaşım niye ağlıyorsun ayet miras paylaşımından anlatıyor yani yasaları söylüyor sen ne için göz yaşı dökmektesin?
İşte böyle, eğer dilimizle dinimiz aynı yerde değilse biraz karmaşa yaşanıyor.
O yüzden biz anlaşılmaktan korkmak durumunda değiliz bizi yaratan her lisanı anlayandır, Müslüman olmak için yada Allaha ibadet edebilmek için ve ya isteklerimizi ona söylemek için Arapça bilme gereği yok...
Bir din neden gelir neden tebliğ edilir, anlaşılıp yaşanması için değil midir anlamadığımızı nasıl yaşarız,
O zaman bu yarım olmaz mı hatta bana göre çok da eksik oluyor.
Çünkü biraz ne yapacağımızı bilmez durumunda kalmak bu, biz acaba böyle dersek yanlış mı olur bunu bu şekilde yapmasak mı derken işin özünü unutuyoruz, asıl olan nedir, kuranda defalarca tekrar edilen bunları size anlayıp öğrenesiniz diye indirdik diyen ısrarla aynı noktayı işaret edene yok biz anlamasak da biliriz gibi değil mi...?
Dünyada ki her insan eğer inançlıysa dua ediyor, hepsi kendi dilince kendi usulünce ve ben bunların içinden sadece Arapça geçerlidir diyen zihniyeti kabul edemem.
Şimdi yine yaşanan bir gerçekten örnek vermek istiyorum, Hz. Ömer İran’ı feth ettikten sonra orada namaz kılınmaya ibadet yapılmaya başlanılıyor, ve Ömer’e mektup yazıyorlar diyorlar ki biz namazımızı kılarken Arapça yapılan dualardan bir anlam çıkartamıyoruz, bize namazda kullanacağımız bir duayı (ve bu da fatiha suresidir) Farsça’ya çevirip gönder, biz onu okuyarak namazımızı kılalım.
Ve ömer fatiha suresini Farsça’ya çevirip gönderiyor, o insanlar bu duayla namazlarını kılıyorlar.
Öyleyse daha o zaman ibadetin Arapça dışında her milletin kendi dilinde yapması olayı kabul edilmişken günümüzde ibadetin Türkçe yapılması kutsallığın ortadan kaldırılması demek nasıl deriz.
Ve bence bu konu tartışılırken sanki sıkıntı ezanın anlaşılamamasıymış gibi sadece ezanı konuşmak çok yersiz, ezan bırakın Müslüman olmayı hiçbir inancı olmayan insanın bile anladığını söyler o namaza davettir, kelimeleri tek tek anlamak tartışılır o başka mesele ama amaca hizmeti doğrudur, Arapça ya da Türkçe olması bizim için ne kadar önemlidir?
Bundan çok daha önemli yani ibadetimizi anlayarak bilerek yapma dilimiz konuşulsun bence bu çok daha acildir...
Eğer birlikte bölünmeler olur diye düşünülüyorsa yani Müslümanlar parçalanır herkes kendi dilinde okursa bütünlük sağlanamaz deniyorsa onu da anlarım, ama bu yine de bizim için problemdir, yani kendi içimizde ki dağılmışlık olabilir, duamızın yada ibadetimizin ulaştığı yer de herhangi bir sıkıntı olmaz.
Şimdi burada en önemli mesele farzlarla sünnetleri yada yapılması güzel olanları ayırt etmek, kendimize uyandan ziyade doğru olanı bulup onu yaşamak, ve bunu yaparken bireysel hesabın çok dışında davranmak zorundayız, çünkü bu konu hem nalına hem mıhına vurulacak bir konu olamaz...
Ne ben bana Türkçesi kolay böylesi doğru diyebilirim ne bir başkası Arapçısı esastır başka dilde olmaz diyebilir, bu ezbere karar verilerek sıradan sözlerle ifade edilemez.
Yol belli ancak kendi dilimizde anlarız okuduğumuz bizi aydınlatacaktır, ve bu anlamda da karar veririz.
Başladığımızdan bu yana verdiğim örnekler de buna yasak konmamış ama hala tartışılan ve hala çözülemeyen sorun halinde devam eden ibadet şeklimiz ne yazık ki net olarak anlatılamıyor.
Şimdi bu konu hakkın da din işleri yüksek kurulunun uzun bir açıklaması var, tarih 4/12/1997 103 sayılı kararı...
Metin çok uzun fakat ben hemen özet olarak naklediyorum.
‘’Bütün ilahi kitaplar onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen peygamberlerin konuştukları dil ile indirilmiştir, peygamberimiz hz. Muhammed arabistanda araplar arasında yetiştiği ve arapça konuştuğu için onun tebliğ ettiği kuran-ı kerimde arapça olarak indirilmiştir.
Ancak yüce rabbimizin bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan sadece araplar ve Arapçayı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıktan korumak onlara hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek yolu göstermek için gelmiştir.
Bunun gerçekleşebilmesi için de kuran-ı kerimin bildirdiği ilahi öğütlerin herkese bütün insanlığa tebliğ edilmesi herkes tarafından anlaşılması öğrenilmesi düşünülmesi kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir’’
Şimdi burada bir ara vermek istiyorum, benim bu metinden anladığım esas olan kuranı anlamaktır, yani burada söylenen budur, bu da ancak bildiğimiz dil ile mümkündür, bu kanıya varma sebebimi zaten din işleri açıklıyor kuran bu sebeple Arapça indi diyor.
Ve devam ediyor...
Şüphesiz bir müslümanın en azından namaz da okuduğu kuranın metnini bilmesi ve namaz da bunları duyarak anlayarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir.
Ancak manasını anlamak onun hidayetinden faydalanmak ve yüce rabbimizin emir yasak ve öğütlerini öğrenmek için, kuran-ı tercüme etmenin ve bu maksatla meal ve tefsirleri okumanın hükmü başka, bu tercümeleri kuran yerine koymanın ve kuran hükmünde tutmanın hükmü başkadır.
Yine bir ara verelim, şimdi bu ikinci bölümle birinci bölüm arasında bir çelişki gerçekleşti, ilk hitap bu kitabın asıl amacının anlaşılması öğrenilmesidir derken ikinci bölümde hükümler koyarak farklılıklar yaratılmıştır, yani burada söylenmek istenen meal Arapça kuran hükmünde değildir.
Devam ediyor...
Namaz da ve ibadet olarak kuran aslı lafızları ile okunur, ama öğüt buyruk ve yasakları öğrenmek amaçlı meal okumak da sevaptır ve genel anlamıyla ibadettir...
Evet din işleri yüksek kurulu kararını size özetle nakletmeye çalıştım, ve ben bu ifadelerden tek bir şey anladım, Türkçesini anlamak için oku bu öğreticidir, ama asıl olan Arapçısıdır...
Yani son bu şekilde bağlanmış, başıyla çok ilintili değil, başında söylenen kuranın Arapça olması gerekçesi peygamberimizin Arabistan da olması sebep gösterilirken ki bu mantıklı, sonun da ifade edilen Arapça kuranın kutsallığıdır oluyor...
Şimdi mantığın yolu bir, eğer yanlışsam düzeltin, her iki fikri de aynı kurum açıklıyor ve ben ne yazık ki bunu çözemiyorum, dava nedir bir kul Allaha ellerini açıp ya da açmayıp namazda yatakta yolda her şekilde yapacağı duada dil mi belirleyecek, bu dilden olmaz hükmü yok mudur diyecek, peki bu hükmü kim verdi?
Benim nece söylediğim mi nasıl söylediğim mi önemli, sınırlamak tahditler koymak bu dini hem sevmemiz de hem geliştirmemiz de hem de ibadet edebilme özgürlüğümüzde yaralar açar, yolu yokuşa sürmek sonuç olarak bizi durdurmak olur.
Kuran-ı kerimde kurandan kolayınıza geleni okuyun buyrulduğu gibi Hz. Muhammed bütün namazlar da kuran-ı kerim okumuş ve namazı kılmayı iyi bilmeyen bir saha biye namazı tarif ederken kurandan namaz kılarken hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku buyurmuştur.
Burada ifade edilen kurandan okumaktır Arapça okumak değildir...
Çok önemli olansa bir şeye işaret ediliyor kolayına geleni deniyor bakın, oysa bu gün biz hala hangi sureden sonra hangisini okumalıyız diye çekişiyoruz, onu da bırakın bir sürü insan da bu konuda ahkam kesiyor öncesi bu okunur sonrasın da bu gelir gibi fetvalar veriyor...
Bizler okuduğumuz dualara sayılar veren bu kadar okursak makbul bir eksik bir fazla olmayacak diyenleriz, ne diye bilirim ki, bu kadar kurallarla kendimizi kıstıran bizler çok doğal olarak hala dinde dili tartışmaya devam edeceğiz.
Her zaman ki gibi sözlerimi şöyle noktalamak istiyorum dini araştıran akademisyenler bu konuda uzmanlaşmış bilir kişiler hepimizin anlayacağı dilde net ve kesin çizgilerle ve de açıklayarak bu konuyu aydınlatırlarsa tartışmalar bitecek ve bizler de anlayacağız…

12 Haziran 2008 Perşembe

KADER


Din konusunda konuşurken biraz tedirginlik yaşarız, hatta bazen korkarız karşımızdaki konuşana bile kapatalım bu konuyu günaha giriyoruz dediğimiz olur.
Bu çocukluğumuzdan süregelen bir anlayış, belki büyüklerimizin telkini belki de gerçekten çok konuşulur olmaması bizi biraz çekingen etti.
Ama her konu konuşuldukça detayları ortaya çıkar, üstün körü bilgilerin yerine daha doğru daha yönlü öğrenebiliriz, bundan korkmamıza gerek yok.
İşte kader bu noktada yorumlanmaya başlıyor, öğrenen bilgiyle donanan onu daha iyi anlıyor ama araştırmayan konuşmayan sormayan insan kaderim böyleymiş daha fazla öğrenemedim bilemedim demekle kaderi de kör nokta da bırakıyor.
Bir kere genel bir görüşümüz var, iyi yada kötü ne varsa hepsi kaderimiz, bu anlayışı benimseyip kabul etmişiz, ama neden?
Diyelim bir işe el attık istediğimizi elde edemedik, kader bu kısmet bu kadarmış deriz, kızımız iyi bir evlilik yaptı ve de mutlu, kaderi güzelmiş deriz.
Yani bu öyle bir savunma mekanizması oluşturuyor ki biz hiçbir şeyden sorumlu olmuyoruz, kader yapıyor ne yapıyorsa.
Şehirlerimizi fay hatları üstüne, evlerimizi sel yataklarına kurarak doğayla dövüşüyoruz, ama inanılmaz da kararlıyız, bu mücadeleyi her seferinde kaybetmemize rağmen asla vazgeçmiyoruz, kader bu belli mi olur bakarsın güler...Peki biz kaderi yönlendiremez miyiz, yani seçimlerimizle kaderimizi tayin edemez miyiz?
Eğer hayır bu mümkün değil derseniz, o zaman ben insanın mantığının zekasının çok işe yaramadığını düşünürüm, çünkü ne yaparsam yapayım zaten sonucu kader belirleyecek...
Böyle bir vazgeçmişlik bize hiçbir katkı sağlamayacak tam aksine yapabileceklerimizi de yapamayacak bir haleti ruhiyenin içine girmiş olacağız.
Doğduğumuzdan itibaren var olan ve ömrümüzün nihayetine kadar da devam edecek aklımız bizde baki kaldığı sürece düşüneceğiz, ama bir hastalık hasıl olur düşünme yetimizi kaybederiz zaten artık bizim fonksiyonumuz olamaz, düşünen insan hatalar yapar, başarır başaramaz, güzeli yada çirkini yaşar yani bir şekilde dener, duamız her zaman hayırlı ve bize her zaman kazanmak yolunda adımlar nasip olması içindir.
Bazen bizim gücümüzün üstünde olan işlere bile soyunuruz, Allah büyük diyerek başlamaz mıyız?
Bu gün başarılı insanları incelediğimiz de önce cesaretli olduklarını görürüz, ve çok çalıştıklarını anlarız, her zaman kader onlara gülmüyordur muhakkak, bence onlarda gülümsemesini sağlıyor.
Bir iş kurmaya karar verdiğimizde en başından fizibilitesini çıkarmazsak, arz ve talebin durumunu ölçmezsek ve de biz iyi bir yönetici değilsek ne yaparsak yapalım sonuç fiyasko olur, buna kader ne yapsın, hiç suçlu değil.
Kaderimiz kötü değil biz iyi değiliz...
Bir kız evleneceği erkeği seçerken ahlakına gelir düzeyine fiziğine kısaca kendince önem arz eden değerlere bakıp araştırıp evlenirse, o kızın ahlaksız çirkin veya maddi anlamda zor bir hayatı olmaz, çünkü seçimini yaparken kaderini tayin etmiş olur.
Bütün bunlara rağmen şartlar sonradan değişebilir, eşinin işi bozulabilir yaşlanınca yüzü değişir, ama hep ahlaklı hep iyi bir insanla beraberdir, yine eğer başlangıçta kendi hayatını da ekonomik anlamda garanti altına alsaydı maddi bağlamda da eşine destek olacaktı, mağduriyet kendi seçtiğimiz bir yol sadece daha az düşünerek karar vermek bizi çıkmazda bırakıyor, kader masum.
Ben ne ekersen onu biçersin sözünden salt iyilik yaparsan iyilik bulursun kötülük yaparsan kötülük bulursun anlamını çıkarmıyorum, bazen iyilikle yaklaştığımız olaylarda bile karşılığını hıyanet olarak alırız, bence burada söylenmek istenen biraz daha geniş anlamlı bir deyiş.
Yani yaptıklarımızın bize geri dönmesini de anlatan buğday ekene arpa çıkmayacağını ifade eden bir cümle, o zaman biz bir şeyler ekmek zorundayız, çıkanın kötü olması da bizim kaderimiz değil mutlaka yaptığımız bir hatadan dolayı yada eksik bilgimizle hareketimizden oluşan bir yenilgidir.
Ya Allah ya kısmet ne çıkarsa bahtıma dersek, kadere vurmak anlamsız, çünkü biz ne çıkarsa dedik...
Allah insana düşünme yetisini bu yüzden vermedi mi iyi ile kötü arasındaki farkı ayırt edip güzel yolu tayin etmek sadece insana has değil mi, o halde ne diye kendimizi ikinci sıraya koyup kaderi birinci yapıyoruz.
Acaba bu biraz sorumluluktan kaçış mı, ne yapalım kaderim buymuş demek belki de bizi üstleneceğimiz yükten kurtarıyor olabilir mi?
Bence biraz öyle görünüyor, bu biraz da sıyrılma sanki, camiyi çalan kılıfını baştan hazırlıyor başlarken dur bakalım kader neyi gösterecek demek olumsuzluklardan çok da fazla sorumlu olmayacağımızı anlatan kılıf...
Hayatımızda bazı devreler olur, sanki bir iniş başlar, her şeyde ama, hep bir şeyler ters gider, aslında bu yolu inişli çıkışlı olarak kabul ederiz de inişi yaşarken tabii ki çok da hoşnut kalmayız.
Ben bunu sınama kabul ediyorum, gençliğin sonu da ihtiyarlık değil mi?
İnsan zaten yaşadığı sürece en başta vücudunda bunu yaşamıyor mu, işte iniş, hatta bu yitiriş çünkü geri alıntısı da yok, böyle bir düzenleme yapılmış ne kadar da uğraşsak bunu değiştiremeyiz.
İşte hayatımızda ki o zaman zaman yaşadığımız dikey inişler de biraz buna benziyor, ama güzel bir fark var aralarında, bu yolu tekrar çıkabiliriz, çünkü yitirmiyoruz sadece bir zaman dilimini inerek geçirdik.
Çok iyi irdelersek bir yerler de yanlış yaptığımızı buluruz, belki de bu bize ders olması ve yaşanması gereken zamandı, belki de biz o günlerden çok şey öğrendik, tabii ki biraz canımız yandı, ama bazen nasihatin kar etmediği yerler de yaşadıklarımızdan öğreniriz.
Bu bizim belirlediğimiz ve de aslında seçtiğimiz yoldur...
Yani yarın yapacaklarımızı da bu gün yaşayacaklarımızı da planlarız bunlar her zaman bizim istediğimiz gibi gerçekleşmez bunun kaderle bir ilgisi yok çünkü kader bu demek değil, dediğim gibi çok şeyi kadere bağlar olduk.
Bizim karar veremeyeceğimiz noktalar var hayatımızda bunları ne durdurabilir ne de olabilmesini sağlayabiliriz, kazalar, afetler, amansız hastalıklar, örnekler çoğaltılabilir bu vakalar bizim inisiyatifimiz de değildir, ama hayatımızın bütününü kontrolden çıkarmamız ve her şeyden kaderi sorumlu tutmamız yolu yanlışa götürür.
Bu demek oluyor ki kaderimizi yönlendirebiliyoruz, kadere teslimiyet insanı bir anlamda çalışmaktan emek vermekten düşünmekten geri çekmez mi?
Nasılsa her iş olacağına varacak anlayışında yaşamak bir sürü şeyi dumura uğratacaktır.
Nasrettin hocanın testi hikayesini hepimiz biliriz, olabilecek bir kazayı bile peşin peşin önlemeye çalışan mizahi bir anlatımda kaderde bu varmış anlayışının önü kesilir aslında...
Bu söylediklerimden kadere inanmazlık çıkarılmasın, kadere şerre meleklere de ahrete de yani amentünün içinde söylenen her şeye inanırım, sadece kaderi üzerimize örtü gibi çekmeyelim onu doğru anlayalım demek istiyorum.
Teslimiyet sadece Allaha ve bizi yaratan programı önceden belirlenmiş bir insan yaratsaydı bu dünyayı imtihan yeri saymazdı, o zaman neye göre olacak bu sınav, sorularda cevaplar da belli, günahın da sevabın da dışında kalırdı insan.
Düşünsenize ben bütün gün içiyorum her gün sarhoşum yaşama hiçbir katkım yok kendi adıma bile yararlı değilim, ama işim kolay, bu benim kaderim derim...
Cezam da olamaz çünkü ben önceden tayin edilmişi yaşadım yani elim kolum bağlı olur bu durumda.
Burada içkiyi sadece bir örnek olarak verdim, bir sürü negatifliğimizi bu şekilde açıklayabiliriz, kolay bu yol.
Kamer suresi 49.ayette şöyle buyurmuştur Alla hu teala ^^Şu bir gerçek ki biz her şeyi bir kader/ölçü ile yarattık^^
Burada vurgulanan kader ve ölçü hayatımızdaki nizam ile ölçüler değil midir?
Kainatta her şey bir ölçü ve nizam içindeyken insan bundan ayrı tutulamaz, ama kaderi önceden yazılmış bir yazı kabul edersek, o zaman çabalamak manasını kaybeder...
Bir Deliyle Evlendim isimli kitap okudum, Müslüman Türk erkeğiyle Amerikalı Hıristiyan bir kadının evliliği işlenirken, dinimizi de güzel ifadelerle tasvir etmiş.
Orada kadın eşine Türkiye’nin neden bu kadar geri kaldığını soruyor, bu kadar verimli topraklara sahip olan bir ülke neden bu durumda?
Adam cevap veriyor, paragrafı olduğu gibi naklediyorum.
İki türlü dua vardır, dille ve halle, kahvede ki insan da ya Rab rızkımı arttır dese fakirliği yine devam eder.
Buraya hemen bir virgül koymak istiyorum, şimdi bu kahvede dua eden adamın fakirlik kaderi midir?
Devam ediyor...
Tarlasını süren tezgahta çalışan hal ile dua ediyor, rızkı artıyor.
Biz Müslümanlar daha çok dille dua ederiz o yüzden kalkınamıyoruz, siz hal ile dua edenlerdensiniz...
Ne kadar güzel bir anlatım, oturduğumuz yerden hiçbir yere gidemeyeceğimiz gerçeğini vurgulayan, ve verilen emeğin geri dönüşünü aynı zamanda duayla destekleyen başka bir milletin anlayışını dile getiren başarmanın anahtarını veren çok güzel bir örnek.
Eğer kader anlayışımızı Amerikalılarla ölçersek Allahın Amerikalılara bu konuda yardım ettiği çıkar ve sizce Allah böyle bir haksızlık yapar mı?
Çalışmadan istemek, iyi düşünmeden hareket edip yapılacak şeyi yıkmak, sonra bu faturayı kadere kesmek biraz da günah...
Yani bir günah keçisi bul ne varsa ona atfet, dili yok ki konuşsun yoksa o bile yetti gayrı diyecek.
Belki bizi bir miktar rahatlatan bir anlayış ama sadece bir süre için, çünkü daha sonrada kadere de isyan ederiz.
Biz elimizden gelenin en iyisini yaparız, olmaz noktasını sıfıra getirene kadar uğraşırız, buna rağmen yine de olmazsa olmamasında hayır vardır, bu ne kötü kaderimiz ne de önceden tayin edilmiş yazımız olur.
Uğraş verdiğimiz zaman içinde, olmadığından şikayet ettiğimiz işimiz belki olması halinde bizi daha büyük sıkıntılara sokacak olandır.
Şer gibi görünenin de ucunda hayır vardır, biz gereken her şeyi yaptık diyebiliriz.

Hep görüyoruz o kadar içki içip evinde bile yürümeyecek halde olan adam direksiyon başına geçiyor ve çok doğal olarak kaza yapıyor ya ölüyor ya sakat kalıyor, ölüyorsa çevresindekiler ağlıyor kaderi kötüymüş ne kadar da gençti diye sakat kalıyorsa kendi ağlıyor ne bu benim başıma gelen kör kader beni mi buldu diye.
Burada biri kör ama bu kesin olarak kader değil… Arkadaş ne kaderi sen gözünün önünden geçeni görmeyene kadar içtin üzerine bir de arabaya bindin bu kadar yiğitliğe kader ne yapsın.
Kaderi kazayı böyle anlamak olur mu?
Bizler elimizde ki imkanları sonuna kadar değerlendirmekle mükellefiz, çalışarak, ama her konuda sebepleri işleyerek, tedbirimizi alırız sonucu olumlu yada olumsuz fark etmez, biz gereğini yaparız, çünkü bu hayat bizim ve tek sorumlusuyuz.
Değişmez kader hayat felsefemiz olursa dua bile etmek bize bir süre sonra boş gelir, ne sağlığımız için ne yakınımız ne de kendimiz için değişmez kaderlerimize deva olmayacak diye buna da gerek görmez dilimiz.
Oysa bizler yardımı Allah’tan diler, kolaylıklar vermesi için ellerimizi açarız, ve Allah duaları kabul edendir, çalışıp uğraş verdiğimiz sürece…

NEREYE GİDİYORUZ?


Hep birlikte ilerlediğimiz bir yol var, içine sadece gülmeceler alaylar yada hayatı dalgaya almak anlayışını koyduğumuz ve iyice benimsediğimiz bir yolu yürüyoruz.
Üstelik bu nasıl bir rüzgârsa fırtına gibi eserken ve de devirirken, yaşayanlar meltem içinde sefa sürüyor gibiler...
İçinde yaşadığımız ülkemizin bir çok sorunu var, bizi direk etkiliyor, sadece devletin meselesi olmayan milletin de aynı ölçüde sorumluluğunu paylaşacağı bu meseleler de nedense her birimiz ayrı bir duyarsızlık gösteriyor sanki gül bahçesinde yaşıyor kadar tüm dertlerimizi unutmuş bize hiçbir fayda sağlamayacak en basit örneğiyle biri bizi gözetliyoru seyrediyoruz...
Zamanı ziyan etmek bu kadar kolay bu kadar ucuz mu, bu kadar da çok zamanımız olduğunu düşünmek beni her dakika biraz daha şaşkın etti.
Televizyon da hangi kanal magazin ağırlıklıysa o kanal reyting rekoru kırıyor, oturumlar yada belgeseller çok da nasipli değiller, ya artık bu anlamda bir şey öğrenmeye ihtiyacımız kalmadı her şeyi öğrendik, ya da Tarkan öğlen yemeğini kiminle yiyiyor Zerrin kaçıncı aşkını yaşıyor çok daha önemli.
Neyin ucuzunu yaşıyoruz hayatın mı?
Bu bir eğlence mi, Ajda Pekkan bu kez neresinden estetik ameliyatı olduğunu yazan gazeteler tiraj patlaması yaşıyor.
Neresine dokunsak bir yerinden kanayan bu kadar meselenin içinde bunlarla uğraşmak bizi ne kadar eğlendiriyor ya da rahatlıyor muyuz?
E biz ne yapalım etimiz ne budumuz ne nereye yetişelim dersek hiçbir yere yetişemeyiz, denemeden de bilemeyiz zaten, bir uzanalım bakalım bu kol nereye kadar uzanacak...
Nasıl bakarsak öyle görürüz, nereye bakarsak onu görürüz baktığımız şeyler farklandı, pembe dizilerle yatar kalkar olduk, tabii ki hepsi bizim dünyamızın için de olacak ama kendimizi içinde kaybedeceğimiz kadar hayatımız olmamalı.
Fakirlik edebiyatı yapmayacağım, aç insanları konuşmayacağım, enflasyondan mutfakta ki ateşten işsizlikten bahsetmeyeceğim, kültürümüzdeki yozlaşmayı dejenere olan değerlerimizden söylemeyeceğim, bunlardan bahis gereği yok hepimiz biliyoruz.
Sadece bizi ilgilendirmiyor, ne yapalım şimdi, yaşı on ila on beş arasında ki çocuklar sabahın kör saatinde ellerindeki bali tüplerini koklayarak yarı sarhoş dolaşıyorlarsa aldığı maaşla evinin kirasını karşılamayan insan, nefesi kesik yaşıyorsa, artık saymıyorsak tanımıyorsak diye dertli mi olalım?
Açarız biri bizi gözetliyoru ya da bir magazin programını problemler biter, rahatça da uyuruz...
Ben bunca problemin içinde benim derdim yok elden bana ne diyemiyorum, hepimiz aynı havayı soluyoruz yanı başımızda ki nefes alamazken biz ne kadar rahat olabiliriz?
Yazımın başında konumuzun nereye gidiyoruz olduğunu ama neden gidiyoruz demenin daha doğru olacağını ifade etmiştim.
Çünkü nereye gittiğimiz belli, neden gidiyoruz diye bakalım neden duymak istemiyoruz, neden görmek istemiyoruz bizim derdimiz değil mi, peki derdimiz ne?
Çözüm üretemeyiz diye mi ilgilenmiyoruz, evet üretemeyiz çünkü olanlar bizi bizzat vurmuyorsa bizim meselemiz olmuyor, hepimizin yapabileceği katkılar var ama ilgimiz bu doğrultuda olursa.
Şiddetle terörle hiçbir yere gidilmedi gidilmezde yapacağımız şeyler hayatı doğru takiple olur, vurgunculara istismarcılara gözümüzü kapamadan bakmakla olur, bunun için ne kaba kuvvete ne de kargaşaya ihtiyaç var ilgili mercilere iletmek bizim yetişemeyeceğimiz yerlere ulaşılmasını sağlar.
İçen insanlar dertlerini unuturmuş, sarhoş olmak bir şekilde görmek istemediklerini görmemektir, bir yol açtık ki hepimiz içmeden sarhoş bir halde yürüyoruz...
Bu kolay, çünkü kaygısız yaşamak hayatı eğlence tarafından tutmak ama...
Burada benden sonrası tufan düşüncesinde olamayız, çünkü bizden sonra değil bu tufan, ne öncesin de ne de sonrasındayız, ta içindeyiz.
Olanlara kulak vermeden devam edersek bu bomba elimizde patlayacak.
Televizyon kanallarında zaman zaman yapılan röportajlarda izliyoruz, halk tutulan mikrofona konuşuyor, konu ne olursa olsun cevap veriyor, çevre diyor spiker, oo temiz tutmalıyız, savaş diyor, şiddetle kınıyorum olmasın tabii, hastaneler diyor, mağduruz hizmet kalitesiz ya da saatlerce beklediği kuyruklardan bahsediyor.
Yani her konuda şikâyetçi, iyi de birey olarak ne yapıyoruz?
Bizim neye katkımız var?
Her yıl yanan ormanlara düşüncesizce atılan tek bir sigara sebepken, kaçımız ağaç dikeriz, kaçımız evimiz de damlayan çeşmeleri onarır suyun israfını engelleyerek hem cebimize hem devlete fayda sağlarız, içtiğimiz suyun şişesini colanın kutusunu caddenin ta ortasına atan birini kaç kişi ne yapıyorsun arkadaş diye uyarır, sorar?
İngiltere Hayd park da oturan iki genç ceplerinden çıkardıkları sakızları açıp jelatin kağıtları nokta çöp haline getirip yere atıyorlar.
Karşılarında oturan yaşı doksana yakın bir hanım yerinden kalkıp elindeki bastona dayanarak yanlarına geliyor.
Ve attıklarınızı yerden alıp çöp kutusuna atın diyor, gençlerden biri sana ne sen parkın bekçisi misin?
Yaşlı kadın elinde ki bastonuyla gencin göğsüne bir darbe indirip, o oturduğun bankın vergisini ben ödüyorum, bu gördüğün güzelliklerin tümünde hakkım var, parkın bekçisi değil, ben Britanya imparatorluğunun bekçisiyim, kaldır o çöpü yerden...
Şimdi bu kadın örnek bir vatandaş falan değil aslında vatandaşlığın gereğini yapıyor, ama o kadar azaldı ki böyle insanlar ne yazık ki imrenerek bakıyoruz.
Rahmetli Turgut Özal’ın icraatın içinden diye bir tv programı vardı, çalıştığı süreyi nasıl değerlendirdiğini halka bizzat kendi diliyle anlatır duyururdu.
Bu program her yayınlandığın da içimden bir şey dilerdim, keşke derdim keşke böyle bir program halk içinde olabilse halk da çıkıp diyebilse ben de bu ülke için bunları yapıyorum ya da yaptım, fakat bu gün üzülerek görüyorum ki anlatabileceğimiz pek bir şeyimiz yok böyle bir programımız olsa bile neden bahsedeceğiz?
Belediye otobüslerimizde oyulan koltukları, telefon kulübelerinde dağılan ankesörleri, duraklardaki hiç değilse yaşlıların beklerken dinlenebileceği metal koltukları bile tahrip edenler gece yarısı mı çalışıyor?
Gözümüzün içine baka baka yapılan zararları kaçımız engelliyoruz, hatta müdahale edenin bile yanında durmadığımız bir hali yaşıyoruz, neden, bizim işimiz değil mi?
Üç kişi yapar on kişi yıkarsa, biz de seyredersek katılmaktan ne farkı var, bu şekilde hiçbir şeyin sahibi olamayacağımız gibi vatandaşlık görevimizi de ihmal etmiş olmuyor muyuz?
“İnsanlar her zaman kahraman olamazlar ama her zaman insan olabilirler"
"BENJAMIN FRANKLIN"
Keşke bunu biz söylesek...
Bize göre yanlış olanı gördüğümüzde yapacağımız müdahale kahramanlık olmasa da insanca bir davranış olur, çünkü korumak zorundayız, çünkü biz de yok edilenin kuruşuna kadar vergisini ödüyoruz ve çünkü biz de Türkiye’nin bekçisiyiz...
Yok olan milli servettir, boşa akan su gereksiz yanan bir ampul, ev, iş ya da cep telefonlarımızla yaptığımız uzun muhabbetler sadece bizim ödediğimiz faturalar değil, ülkenin üzerine bir daha eklediğimiz kamburlar olur.
Hep bir şeylerden şikayet ediyoruz, bu memleket düzelmez diye dertleniyoruz, güzel bir evin içinde yaşamak içindekilerin yaşama tarzıyla olur, eğer güzeli kullanamıyorsak biraz sonra çirkinleştiririz.
Konuştuğumuz kadar çalışmamız lazım, kimin kaç para kazanacağı bir yarışmayı takip ettiğimiz kadar takipçi olsak bile yeter...
Her birimiz Avrupa’dan söz açıldığında büyük bir iştahla konuşuyoruz, adamlar yol yapmış trafik diye bir şey yaşamıyorsun kaidelere uyuyorlar arkadaş, ya da sokaklarına bakınca gönlün açılıyor sanki evin içi gibi tertemiz...
Böyle diyoruz, o kaidelere uyanları takdir eden bizler neden uymayız o sokaklara imrenerek bakan bizler neden kendi sokağımızı çöp kutusu zannederiz?
Komşumuzun bahçesiyle övündüğümüz kadar kendi bahçemizi güzelleştirme çabasında olsak eminim ki bu gün biz de imrenilen olacaktık...
Futbol izlerken yenilen taraftar tribünleri duman ediyor, açık hava konserlerinde sevdiğimiz bir sanatçıyı izleyebilmek başlı başına bir risk, ya sevgi gösterisi adı altında ya protesto amaçlı koltuklar havalarda uçuyor, neyi yıkıyoruz ve de ne için?
Milyarlarca lira sarf edilerek yapılan bu hizmetleri her seferinde yok ederek neyi sergiliyoruz, eylemin de bir anlamı olmalı anasına kızıp kız dövülmez ki...
Dağılan izleyiciler hiddetliyse şahısların arabalarını tahrip ediyor, olayla uzaktan yakından ilişiği olmayan sade vatandaş sabah kalktığında otomobilinin parçalandığını görüyor, niye, Galatasaray, Beşiktaş, yada Fenerbahçe yenilmiş diye, şimdi probleme bakın ve de ne kadar güzel halledilmiş...
Hem maddi hem manevi yıkım yaratan bu zihniyetten sorumluyuz, eğlenirken havada uçan kurşunlar hayat bitiriyor., defalarca yaşanan bu olaylar bizi durdurmuyor, neyi anlamıyoruz ben de bunu anlamıyorum.
Eğer gece bir yerden dönüyorsak hayati tehlike söz konusu demektir, ya sarhoş bir sürücünün ya bir kaptıkaçtıcının kurbanı olmak her an mümkün, sadece kendi hayatını riske etmeyen sarhoş iki kere suçlu, hem bizi tehdit eden hem de ölüme yürüyen biri olarak...
Ama ayılınca sorun alkollü araç kullananlar hakkın da ne düşünüyorsunuz diye şiddetle kınar kendi zemzemle yıkanmış sanırsınız, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu anlayan söylesin.
Ben yapınca doğru sen yapınca yanlış olmaz, adamı trafikten men ediyor yasalar, fark etmiyor ki ehliyetsiz araç kullanıyor, vurduğun yerden de ses gelecek buna ne yapacaksın?
Bir de kimliğim imtiyaz sağlar inancıyla ben kimim biliyor musun politikası, kimsin sen?
Görüntünle yasaları hiçe sayan saygısız, insan hayatını tehdit eden sorumsuz, polisi bencilce meşgul eden mesuliyetsizin birisin, sana bakınca sadece bunu görebiliyorum, kimsin başka?
Gerçekten zor şartlar altında görevlerini yerine getirmeye çalışan polisimize yardımcı olmak yerine problemleri arttırmak düğümleri çoğaltıyor.
Toplum bilincini bireyler oluşturur, neresi aksıyorsa içinde biz varız yani birinci suçlu biz oluruz.
Asla tembel bir millet değiliz, söylemler de müthiş başarılıyız, yeşili koruyalım, hayvanları sevelim, saygılı olalım israf etmeyelim daha aklınıza gelen güzel olan ne varsa hepsini nutuk gibi okuyoruz, iyide bu yeşili yakan kimler savurup saçan kimler, kasıp kavuran kimler?
Bunları konuşmak istemiyorum tam aksine güzelliklerden başardıklarımızdan konuşmak istiyorum, tabii onlar da var ama çoğaltmadığımız sürece bitecekler söylediğim sadece bu...
Bizim güzel adetlerimizden biri de daha çok kırsal kesimde uygulanan imecedir, köylünün yardıma ihtiyaç duyması halinde birleşilir ve başı sıkışan kişinin işi hal yoluna koyulur.
Çünkü köylü düşünür, diyelim ki tarlada kalan ekin zarar görecek, bu devlete zarar olacak der, emeğe zarar olacak der, belki okuması yazması olmayan bu insanımız yarayı sarar kanatmaz, yapmaya çalışır yıkmaz, yani aydın düşünür, süslü laf bilmez ama lafın hasını eder işin hasını yapar.
Koskoca şehirlerde yaşayan teknolojiden nasiplenen gerçek anlamda şanslı olan bir çok insanın vermediği emek kadar emek verir.
Ama eleştirmeye başlayacaksak ilk önce eğitimden başlarız, bu kadar yıkan insanın hepsi mi eğitimsiz hem bu eğitim nasıl sağlanır bu nasıl öğretilir, en cahil insan bile bilir ki yok etmek zarardır en cahil insan bile bilir ki yardım güzeldir bu insana öğretilmez eğer değerlerini yitirmemişse zaten beyninde ki kasetlerde kayıtlıdır, ama kendini yitirmişse yapacak fazla bir şey kaldığını sanmıyorum..
Aslında insanı mutlu kılan erdemlerden biri de varlığını gösterebilmektir, sadece bir fidan dikmek bir orman yaratmayacak ama bizim bir fidanımız olacak ve hepimiz birer fidan dikerek bir orman yapabiliriz...
Allah kulu kula sebep kılmış, birimizin yetişemediğini diğerimiz üstlenmeliyiz ki dayanışma görünsün, birimizin meselesi hepimizin olmalı ki çare bulunsun, o zaman yanlışlar azalır çünkü doğru güçlenir.
O zaman art niyetler cesaretlerini kaybeder bilirler ki en küçüğünden en büyüğüne kadar hesap verecek, kimsenin yaptığı yanına kar kalmayacak.
Bu memlekette olan her şey bizim meselemiz ve bu sorunların hepsini görüyor yaşıyoruz, dile de getiriyoruz, gelin birlik olalım nasıl ki şikâyetlerimiz aynı, o halde düzeltme yolumuz da aynı olacak, kim rüşvet istiyorsa şikâyet edelim, kim çalıyorsa söyleyelim, kim işini suiistimal ediyorsa uyaralım, gemisini kurtaran kaptan zihniyetini bu şekilde çökertebiliriz, sadece takip ederek ve duyarlı olarak.
Biz özgür bir ülkede yaşıyoruz şu an izlediğimiz yol kendi kendimizi bağlamak, ama anlayışımızı değiştirmezsek kendi adlarına yarar sağlayan ve ülke adına zarar verenlere, yakan yıkan yok edenlere bayrak teslim etmiş oluruz, bu olmasın.
Eğer durdurmayı başarırsak, benim kim olduğumu biliyor musun diyen kendini bilmeze sen benim kim olduğumu biliyor musun diyeceğiz ki, o bir daha bu cümleyi kullanma gafletinde bulanamayacak.
Çünkü tek tek bir bir, biz de Türkiye Cumhuriyetinin bekçisi olacağız...

ÖTENAZİ



Hayat bazen bir yerlerde tıkanır, insan çaresiz hisseder, artık yaşamak angarya olur, bu kötü düşünceye yenilir ve intihar eder.
Bu eylem kendi bilinciyle verdiği karardır, ama o zaman da sağlıklı düşünen yanıyla hareket etmeyen cinnet noktası dediğimiz yerdedir.
Hem inancımıza hem hayat anlayışımıza uymayan bu yaklaşım hepimizi üzer.
Ama ötanazi çok daha farklı, fikrimce biraz daha anlamlı olan ölüm seçeneğidir.
Çünkü kişiler bu noktaya artık hayatlarını kendi kendilerine idame ettiremeyecek yada dayanılmaz acılar sonunda gelirler.
Tıbben kurtulması mümkün olmayan ve çok ıstıraplı olan hasta böyle bir talepte bulunur, kendi kendine karar veremeyecek ancak dünyayla bağlantısı kalmamış bitkisel hayata geçmiş bir hastanın yakını da bunu isteyebilir.
Bu taleple ölüm kurtuluş anlamındadır, fakat sinir buhranıyla alınan bir karar değil tam aksine çok düşünülüp verilmiştir.
Tabii bu karar çok zor Allah hiç kimseyi o durumda bırakmasın, ama bazen düşünüyorum böyle bir durum benim hayatımda olsa ötanaziye nasıl bakarım diye?
Ülkemizde yasal anlamda kabul görmeyen bu hak, acaba bize ne kadar uygun ola bilir?
Allah’tan umut kesilmez bu inkarsız gerçek, kimin iyileşip kimin öleceğine karar vermek bizim haddimizi aşar.
Ama tıbben doktorların bitti kurtulma ümidi yok dediği bir insanın, üstelik çok acı çekiyorsa böyle bir hakkı olamaz mı?
Ötanazi sadece kişiye özel hak olmalı, tamamını kabul etmiyorum, yani ben karar verecek durumda değilsem benim yerime bir yakınım karar vermesin bunu onaylamıyorum, çünkü burada yaklaşımlar çok farklı olur, belki bakmak istemediği bir hastaya bunu uygulamak kurtuluş adına katledilmek olacaktır.
Yani başkalarına hayatımın teslim edilmesini istemiyorum suiistimale açık olur o zaman.
Eğer ben karar verebilecek durumdaysam ve de istiyorsam neden olmasın?
Yıllar evvel Amerika da kurtulma ümidi olmayan bir hastalıktan dolayı yıllarca yatağa bağlı yaşayan, ama inanılmaz acılar çeken babasını yine babasının kendisinden istemesiyle ona bir iğne yaparak hayatına son veren kızı okumuştuk basında, tabii cezalandırıldı.
Ama ben basından takip ederken, hep aynı ifadelerdeydi bu kız, dayanamadım çok acı çekiyor o kadar çok yalvarıyordu ki başka çarem kalmamıştı diyordu.
En dayanılmaz acı ölümken bile bu yolu tercih eden hasta gerçekten çaresizdir...
Yalnız hala içimde şüphe bitmiş değil, acaba gerçekten bunu hasta mı istedi, yoksa evladın bıktığı noktada kurtuluş saydığı bir eylem miydi...?
O yüzden bu tür müphem durum yaratmamak için bence sadece kişinin kendi kararı ve yalnız doktorların uygulaması olabilmeli diye düşünüyorum.
Diyorum ya zor karar, ama insana bu hak verilmeli, günahı sevabıyla kendine teslim edilmeli.
Bir nebze bile umudun olmadığı vakalar için özel izini olmalı bu hastaların, sadece kendi hayatıma bu şekilde devam etmek istemeyebilirim ve fişini çektiğim ömrüm beni dünya zindanından ahret sarayına geçirecekse bu şansım olabilmeli.
Yaşamla ölüm arasında kalmak neye iyi?
Yasanın en iyi şekilde düzenlenip istismara mahal vermeyecek uygulanabilirliği fikrimce kimseyi bu kadar üzmeyecektir.
Bu hak verilir kişi kullanır yada kullanmaz, o ayrı mesele ama insanın zorla yaşamaya mahkum edilmesi ölüme mahkum edilmesinden farklı durmuyor.
Bu bizim dini anlayışımıza çok yanlış olsa da bırakalım ona kişi karar versin, o da Allah ile kulunun arasındaki hesaptır eğer göze alıyorsa neyi durdurmaya çalışıyoruz?
Yaşamakla ölmek arasında kalmayı taşımak istemeyen öbür tarafa geçmeye çalıştığı halde ulaşamayan, dünyada kalmayı başaramayan insana eğer istiyorsa verilecek üstünlüktür.
Neresi zarar...?
Yıllarca bitkisel hayatta kalmış daha sonra tekrar geri dönmüş hatta hiç aksamadan yaşamaya devam eden insanları zaman zaman duyuyoruz ender vakalardır ama bazen olur bunlar.
Ötanazinin tamamını kabul edersek o hayata geri dönen hastanın hastalığı süresince hayatına son verilmesini isteyebilecek durumda olmadığını görüyoruz.
Ama böyle bir hak yakının elinde olsa ve de uygulasa artık bu hastanın geri dönüş şansı hiç olamayacak üstelik kendi de karar vermedi…
Milyonda bir vaka bile olsa milyonda bir şans bile olsa, hastanın şansıdır ve o noktada başkasının müdahalesi bence çok haklı olmuyor.
Kişileri çelişkiler içinde bırakan bu olay belki de o yüzden hala geçerli olamadı.
Organ bağışının bile tartışıldığı ülkemizde, organlarımızı verirsek günah mı sevap mı olur ikileminde kaldığımız ortamda bu gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir karar.
Geçen yıl bir haber programında trafik kazası geçirmiş başı hariç tüm vücudu felç olmuş genç bir kızı evinde görüntülemişlerdi.
Röportajda genç kız ötanazinin yasallaştırılmasını istiyorum ölüm hakkımın bana verilmesi gerek, çünkü ben kendi hayatıma son verebilecek durumda değilim, yaşamıyorum anlayın, bütün ihtiyaçlarım annem tarafından karşılanıyor, zaten benim olan bir hayatım yok, kendi irademle verdiğim karar, saygı duyulmasını istiyorum, tıp beni iyileştirmekte çaresiz, hiç kimseye sitem falan etmiyorum, sadece iyeleşemiyorsam ölümü mü talep ediyorum, lütfen sesimi duyurun diyor ve ekliyordu ölümden öte köy var mı?
Bu olayı sadece size de naklettim, yorumsuzdur... Varoluşun anlamı nedir?
Düşünebilirlik özelliğini yitirmemiş ama vücudunun diğer tüm fonksiyonlarını kaybetmiş kişi en zoru yaşar, çünkü olanları idrak eder, beraberinde akli dengesini de kaybetmesi yani hiçbir şeyi farkında olmadan yaşaması belki de biraz daha kolay, hiç değilse neler olduğunu bilmez...
Yalnızca nefes alıp vermek midir insanın yaşamda var olmasını anlamlı ve gerekli kılan şey? "Bu kimin hayatı?" filmini izleyenler, bu örneği filmden de hatırlayacaklar, kaza geçiren bir heykeltıraşın öyküsünü anlatan bu film, yaşamını sanat üzerine kuran bir adamın, salt biyolojik bir yaşam sürmek istemeyerek, ötanazi hakkı isteyişini konu ediyordu. O halde yanıt aranması gereken soru şu, kişi özgür iradesiyle ölmeyi isteme hakkına sahip olmalı mı?
Türkiye, ötanazi ile ilgili herhangi bir özel hükmü ceza yasalarına koymamış, ama pratikte ötanazi uygulayan kişinin yaptığı da kasten adam öldürme olarak kabul ediliyor.
Ayrıca, Tıbbi Deontoloji Nizam namesinde de ötanazi uygulaması yasaklanmış, bir de Sağlık Bakanlığı'nın Hasta Hakları Yönetmeliği var.
Bu yönetmeliğe göre de ötanazi yasak, yönetmelikte bu konu şöyle geçiyor: "Tıbbi gereklerden bahisle, veya her ne suretle olursa olsun, hayat hakkından vazgeçilemez. Kendisinin veya bir başkasının talebi dahi olsa, kimsenin hayatına son verilemez," Türkiye genelinde 8386 kişi arasında yapılmış ve yüz yüze görüşme yöntemi uygulanmış.
Araştırmanın sonucu şöyle:
a) Evet insan yaşamak isteyip istemediğine kendisi karar verebilmelidir; yaşamak bir hak ise, sürünerek değil insanca ölmek de bir haktır diyenler (%40,26).
b) Hayır, ölmek istemek bir hak olamaz; belki tıp bilimi yeni bir buluş yapar ve iyileşmez hastalık iyileştirilebilir diyenler de(%49,85).
Fikrim yok diyenlerin sayısı ise (%9,89). Araştırmanın sonucuyla ilgili yorumsa şöyle yapılmış.
"Bu sonuçlar halkımızın ötanaziye sıcak bakmadığını açıkça ortaya koymaktadır, fikrim yok diyen kararsızların oranının yüksekliği ise dikkate değer bir husustur." Avustralya'nın Kuzey Bölgesi'nde çıkarılan bir yasayla önce ötanazi uygulamasına izin verilmiş; ama sonra bu yasa yürürlükten kaldırılmış. İstisna dediğimiz durumlarsa, örneğin Amerika'daki bazı eyaletlerde yaşanıyor.
Bu eyaletlerden biri de Oregon.
Bir gazete haberine göre, Oregon Anayasa Mahkemesi, 16 Ekim 1997'de aldığı bir kararla, alt mahkemenin itirazını reddedip, doktorların hastanın durumunun kötüye gitmesi halinde, kişinin isteği de söz konusuysa ölüm hakkının kullanılabileceğini kabul etmiş. Yine, Amerika'da ilk olarak California eyaleti, 1976 yılında Doğal Ölüm Yasasıyla, hastanın hastalığın belli aşamalarına girmesi halinde ölmek istediğini belgeleyen, önceden vermiş olduğu direktifi göz önüne alarak, edilgen ötanazi uygulamasını kabul etmiş. Bu kabulleniş yıllar içinde de yaygınlık kazanmış. Hatta hasta, kendisiyle ilgili tıbbi kararlar konusunda birini vekil bile bırakabiliyor.
Bu vekil gerektiğinde hastanın yaşamıyla ilgili kararları da alabiliyor.
Bunların hepsi yapılan araştırmalar sonunda varılan gerçekler, dolayısıyla genel bir düşünceyi temsil ediyor, ama hala tam olarak bir noktada birleşme sağlanamamış.
Hep söyleriz üç gün yatak dördüncü gün toprak diye, yani şuurumuz hep aynı istemle yaşar, bu hayatı yatarak, çekerek yaşamak istemeyiz.
O halde çok hasta olup da artık bu alemde kalmak istemeyen kişinin yine kendi şuuruyla vereceği karara karşı durmak çok sert değil mi?
Ölümü ne zaman isteriz?
Dünyadan ne kadar şikayetimiz olursa olsun bir tarafından asılırız hayata, sadece dayanamadığımız acılarda çağırırız ölümü, çünkü her şeye bitiş başka türlü olmayacak diye onu kurtuluş sayarız.
Bazen hayat hepimize aynı şansı tanımıyor, bazen içimizden birileri yaşamın bu sayfasına yazmak zorunda kalıyor, ben bu sayfanın da bize ait olduğunu ve ona da ne yazacaksak biz yazalım diyorum, yani eğer son diyeceksek bizim kararımız olsun…
Sağlığın kaybolduğu noktada eğer geri dönme şansı yoksa ve bizi bundan sonra ki yaşamımız da birilerine bağlı olarak yaşatacaksa üstelik de biz bunu istemiyorsak, bu savaş niye?
İnsan çok da fazla dayanarak yaşayabilen bir varlık değil, hem onuru hem duyguları incinir, kaldı ki eğer biri tarafından da bakılıyorsa bu sorumluluğu alanın da durumu nasıl değerlendirdiğine bakmak lazım.
İstenmeyen itilen olmak, beraberinde yaşam umudu bitmiş biri bunu yaşamak zorunda değil, günümüz de sadece yaşlılığı sebebiyle terk edilen insanlar, belki huzurlu bir ortam da daha uzun yaşayabilecekken onlara vurulan tokat öldürmek değil mi?
Ama bu üzeri örtülü olarak işlenen suç, ötanazi ise direk söylenen ve istenen bir hak, fark burada...
Bizler hayatımızla ilgili alacağımız her türlü kararı kendimiz vermiyor muyuz?
Zararını yada karını yine kendimizce yaşamıyor muyuz, her zaman herkes hayatını yaşar derken salt yaşamak anlamı çıkarmak bence çok saçma evet herkes kendi hayatını yaşar, nereye kadar yaşar nereden sonrası kendince yaşamak istemediği yerdir iradesiyle vereceği yine kendine özel haktır.
Bunu insan hayatını gasp olarak değerlendirmek beraberinde yaşamı tutuklamak oluyor, öldürülmek pek tabii ki suçtur, ama ben ölümü talep ediyorsam, tıpkı ağrımı kesecek bir ilacı almam kadar doğaldır bana uygulanacak yöntem, çünkü bunu kendim istiyorum, hür irademle...
Şikago'da 250'den fazla hekimin katıldığı bir ankette, hekimlere yöneltilen bir soru ve alınan yanıtlar çok ilginç, soru şu.
Hekimler, şu anda tedavisi olanaksız bir hastalığa tutulmuş yetişkinlere ötanazi uyguluyorlar mı? Cevaplara göre uyguluyorlar, çünkü soruya cevapların
% 61'i evet demiş, kısaca bugün Amerika Birleşik Devletlerin de edilgen ötanazi kabul görüyor.
Ama etkin ötanazi yasal değil, Federal yüksek mahkeme, bu ikisi arasında fark olduğu hakkında kararları pek çok kez vermiş.
Örneğin, bu kararlardan biri şöyle, yaşam destekleyici tedaviyi kesen hekim, yalnızca hastanın isteklerini yerine getirmiştir, ama ölümcül hastanın intiharına yardım eden hekim, öncelikle hastanın ölmesini amaçlamıştır.
Lafı dolandırmadan net ve tek bir gerçek üzerinde kesin karar verilmek zorunda bu olmalı mı olmamalı mı, evet olsun diyebilmek bizi korkutuyor çünkü istismar edilebilirliği var, hayır olamasın demekse insanın özgür anlayışına ters, bu arada kalmışlık hayatla ölüm arasında tırmanan insana çok yardım edemiyor...
Çeşitli ülkelerden yüz kişi arasında bir istatistik yapıldı, soru hayatı ölümsüz yaşamak ister miydiniz?
Bu insanların hepsi başka bir millet başka karakter olmasına rağmen yüz kişiden bir kişi bile evet isterdim demedi…
Çok enteresan, hepsi sağlıklı sağlık anlamında sıkıntıları olmamalarına rağmen hiç kimse sonu olmayan bir hayat istemiyor.
Ölmekten korkuyoruz da bu hayatı da sonsuz olarak yaşamak istemiyoruz.
En güzel yaşama şekli sağlıklı bir ömür hepimizin dileği, onun bittiği yerde belki de çok lezzetini bulamıyoruz.
Hele dayanılmaz acılar yaşarsak neredesin ölüm diye yükseliyor sesimiz.
Sadece bu noktada sadece umutsuz vakalarda ötanazi hakkı olmalı, küçücük bir ışık bile olsa kurtulma ümidi olan hayatlar için söz konusu bile olmasın.
Çünkü hayat önce yaşanılması gereken, çünkü hayat yaşanacak kadar güzel, asıl olan yaşamak, hep diyorum yine diyorum, hayat bize sunulan en güzel armağan, mücadele sonuna değin verilmeli.
Kör noktaya kadar...



10 Haziran 2008 Salı

HAYALLERİMİZ VE GERÇEKLER


DUNYANIN GORDUGU HER BUYUK BASARI ONCESINDE BIR HAYALDI, EN BUYUK ÇINAR BIR TOHUMDA, EN BUYUK KUŞ BİR YUMURTADA GİZLİYDİ.
Gelen kışla beraber hepimiz biraz içimize döndük, daha kapandık, sanki biraz sakinledi duygularımız.
Gökyüzü yeryüzüyle bağlantılı ayrı düşünemeyiz, bazen yağan bir yağmur bazen usul atıştıran kar içimizde yeni rüzgarlar estirir, bu hepimizde farklı yaşanan duygulardır ama, etkileniriz...
Puslu havaya hüznü yakıştırırız, parlayan güneşe neşe sevinç simgesi gibi bakarız, değişen mevsimle hep bir takım değişimler yaşarız duygusal anlamda, biraz da sırrına ermeye çalışırız.
Ülkemiz, dünyada geceyle gündüzü ve mevsimleri denge içinde yaşayan nadide topraklardan, bir çok memlekette yaz az, bir çoğunda kışlar çok, kiminde uzun süre yaşanan geceler var.
Yaşadığımız iklime ve şartlarına ayak uydurabilme özelliğimiz olmasına rağmen, her şeyi zamanında yaşamak bence en güzel...
Çünkü insan sıkılan bir varlık, özlemle beklediğimiz yazı geldiği vakit sevinçle karşılarız da sıcaklar arttıkça artık kış gelse deriz, çünkü çabuk bıkarız.
Aslında biraz da sahip olduğumuz her şey için hissettiğimiz duygumuzdur bu, beklenen hep hasretimiz, istenen hep özlemimizdir kavuştuğumuz yada sahip olduğumuz da ise eski cazibesi kalmaz, artık o bizimdir...
Belki sürekli yenilenen duygularımızla bu da bir heyecan, çünkü noktasız yazı gibi hiç bitmeden devam eden, istekler emeller hedefler oluşturmak biraz bu.
Rüyalarımızı süsleyen bir araba hayal etsek ve zaman içinde sahip olsak çok geçmeden daha güzelini düşleriz, bu sahip olma hırsımızdır, kimseye zarar vermediği sürece sakıncası da yok, hatta yaşama sevincimize artısı olur.
Çünkü daha iyiye ulaşmanın yolu çalışmaktır ve bu anlamda bizi ateşler, aktif hale getirir.
Kışın ortasında yazı hayal etmenin güzelliği gibi hayallerimiz biraz uzağımızda duran ama ulaşacağımız yerde olan güzelliklerdir.
Hiç haddini aşan hayal var mıdır?
Gece kondu da oturan bir dostumuz boğazda bir yalı hayal etse bu kime dokunur?
Bazen bir yakınımız çok özlemlediği bir şeyden anlatır bu öyle bir şeydir ki bize uzaktır, ve ani tepki veririz, yok artık daha neler yada o kadar da uzun boylu değil gibi laflar ederiz.
Onun hayalini büyük görürüz, çok garip neden ki?
Hazanda baharı hayal eden de biz değil miyiz?
Realite üzerine hayal kurulmaz, bilmem ne kadar maaş alıyorum elime şu kadar kalıyor, hayalim bu ölçüde olmalı diyen kaç kişi tanıyorsunuz?
O zaman zaten hayal olmaz, sahip olacağı şeyi parasına göre ister, o yaşamın gerçeğidir, yaşadığınız yaz hayaliniz olur mu?
O zaten elinizde olan...
Bu yıl başı milli piyango akıllara durgunluk veren bir ikramiye ile herkesi hayallere boğdu, ve kime sorsanız bana çıkarsa diye başlayan bir hayalini anlattı, sonuçta bunu kazanacak bir kişi yada en fazla dört kişi olacaktı ama milyonlarca insan ya bana çıkarsa hayaliyle günlerce düşler kurdu.
Hiç birinin ki diğerine uymayan kendince güzellikleri olandı bu hayaller, üç beş gün bile olsa başka bir alemdi, kötü mü?
Üç kişiyi bir araya getirsek ve hepimiz bir çiçeğe bakıp bağlantılı hayal kuracağız desek, üçümüzde ayrı hayallerde oluruz, ben şu dalda on çiçek olsaydı derim, öbürü bunu sevdiğime verebilseydim der, bir diğeri ona kendince renkler ilave eder.
Hangimizin ki en mümkünsüzdür, hiç birimizin ki...
Hayatında hiç denize girmemiş biri gözlerini kapayıp kendini denizde düşler ve de yüzer buna kim engel olabilir?
En olmazı bile hayal etsek onu yaşarız.
Gerçekten düşündükçe insanı şaşırtan bir dünya hayal dünyası, en sevdiğiniz birinden ya bir gün ayrılırsak diye düşünseniz ve o anı canlandırsanız gözünüzde yüreğiniz acır, sinirli olduğunuz birine onu çok acıtan şeyler söyleseniz hayalinizde, rahatlarsınız sanki gerçekte söylemiş gibi.
Çok ilginç...
Düşler dünyası dendiği kadar var, sanırım bu biraz hayat çemberini genişletmek isteği, ama hiç gerçeğe aykırı değil, şu anda yaşamadıklarımız yada sahip olmadıklarımız olamayacaklarımız değil ki, belki biraz önce düşünüyor olabiliriz, ama imkansız değiller.
Deniz altında yirmi bin fersah, seksen günde devri alem kitaplarını yazarken de yazarı onların olabileceklerini hayal etti ve yazdı bu gün hepsi var...
Bir çobana çok paran olduğunu hayal et ne yaparsın diye sormuşlar, ben mi demiş ne etmem ki babam...
Şu köy yolunu şehre yakın ederim sonra bir çuval şehir ekmeği ile bir çuvalda kuru soğan alırım, amaaa soğanı kırıp içinden sadece göbeğini yerim gerisini atarım demiş.
Hep farklı hayallerimiz işte...
Üstelik güzel yanı da var, hiç gitmediğiniz bir yerde olabilirsiniz, özlediğinize sarılırsınız, sevdiğiniz bir yemeği yiyebilirsiniz, daha neler neler...
Hayalde olsalar güzel değiller mi...?
Ne demiş şair, elleme fakirin mali hülyasını o orda zengin...
Evet buraya kadar hayallerimizle geldik, ama hayat hayalden ibaret değil bir de gerçekler var.
Aslında hayal ve gerçeklerle iç içe yaşarız, yüzümüze bakan daha çok dokunabildiğimiz günlük yaşamımızdaki koşturmacadır.
Gerçek dediğimiz her şey yaşadığımız anda tutunduğumuz savunduğumuz olaylar ertesi gün de hayal olan değil midir?
O kadar ilginç ki insan yaşamı, bazen zamanı bile var mı diye tartışırız, dün neydi bu gün ne yarın ne olacak...
Bilinmezlik midir gerçek, biz yarın hakkında ne biliriz sadece planlarız yarın böyle yapalım şuraya gidelim vs. gibi planlarımız olur ama hangisinin kontrolü bize aittir?
Hangisi gerçektir, düşündüğümüzün bir saat sonrası bir olay olur o yarın için düşündüğümüz her şey hayaldir gerçeğin hayalle karıştığı an...
Dünya dediğimiz bu devasa mekan ve içinde barınan bizler gerçek masalıyla birbirimizi avutan hattı zatında ne dünyanın ne de insanın gerçek olamayacak kadar hayal olduğunu birilerinin dünyayı terk etmesiyle anlayabiliriz.
Hangi gerçek içinde yok olduk, aslında neler yaşadık ve nasıl her şey birden bitiverdi...
Bir çelişki içinde kendimizi ikna etmeye çalışırız hep, bir yanımız bu ömür gelip geçici derken bir yanımız sanki bu dünyadan ayrılmayacak kadar hırslı azimli bazen para bazen unvan için sürekli çabalar.
Hep zamandan geçeriz, hep bugünden yarını hazırlarız, kaçırdığımız bugüne bedel yarınsa hayalimizdir yani gerçekle hayali hep iç içe sokarız.
Çok çözülür bir denklem değil, her anı belirsizlik aslında, belki de bu anlamda yaşamak heyecanlı, olacakları öncesinden bilememek sürekli sürprizlerin karşısında kalmak dünü tekrar geri alamamak, her şey sonuç olarak gerçek, ancak bittiği andan itibaren yokmuş kadar hayal...
Peki bu durumda biz kendimizi mi kandırıyoruz, asıl olan hayaller mi, yada hiçbir şey asıl değil mi?
Doğuyoruz büyüyoruz yaşadığımız gerçeklere uyarak evleniyoruz, çocuklarımız torunlarımız oluyor yaşlanıyoruz, nihayetinde ömrümüz boyunca yaşadığımız mücadeleler arkamızda kalan anılar, yalnız kalmak çoğu kişinin yaşadığı gerçek sanki bu doğduğumuz gün gibi tek başına olmak.
Adeta başa dönmek, bunca meşakkat bunca emek nereye gitti?
Hayaller hiç değilse düşlediğimiz umutlarımız, hayal oldukları için çok da beklentimiz yok, gerçekler olması mümkün belki sıradan olağan şekiller.
Hepimiz kendi iç dünyamızda bir takım özgürlükleri düşleriz, ne yazık ki bunları yaşayamayız kendi oluşturduğumuz tabular toplum baskıları bizi geri çeker, oysa onları ne kadar yaşamak isteriz.
Bu bizim gerçeğimizdir ama hayal dünyamızda yaşar, bir yanımız da ne yazık ki kıskançtır, bizim yapmaya korktuğumuz, bir türlü hayatımızı kendimizce yaşayamadığımız şeklini bir başkası yaşıyorsa yani o bu anlamda bir şeyleri aşmışsa süratle tenkit ederiz, hiç oluyor mu ne kadar ayıp her şey basitleşip gidiyor gibi eleştirisel yaklaşımlarla içimizde bastırmaya çalıştığımız hayallerimizi gerçeğe taşıyana saldırı...
Milyonlarca insan hayalleri ile gerçekler arasında sıkışmışlığı yaşar, gerçeğin gerçek olmadığını bilerek...
Yaşamak istemediği gerçeği sadece gerçeğe uygun diye yaşayarak geçen zamanı ne yazık ki istediği gibi değil hayal ettiği gibi değil sadece topluma böylesi daha doğru diyerek.
Belki kınanmak korkusu belki aykırı olmak düşüncesi adını siz koyun ama bunları okurken kendinizi bir yoklayın neler yapmak isterdiniz size göre neler çılgın şu anda neleri durduruyorsunuz?
Hayır böyle bir duygu yaşamıyorum diyenlere sadece bir tek şey söyleyebilirim, hala reddediyorsunuz…
Ama niye?
Mutluyu oynamak gerçek bir sanat oldu, sadece iyi bir kariyeri olan işimizi seviyoruz çünkü itibarlı, usule uygun giyinerek dikkat çekmiyoruz çünkü bunun dışında olmak aykırılık, içimizden gelen coşkuyla konuşmuyoruz aşırılık olmasın diye, tanındığımız gibi yaşayarak çevremizden takdir topluyoruz, biz bunun için uğraştık aferin densin diye...
Amerika’da bir prof. evli ve iki çocuk babasıyken birden buraya kadar diyor, bu yaşıma kadar kendimi böyle yaşamaya mecbur hissettim ama ben bu değilim, ben kendimi erkek hissetmiyorum duygularım kadın görüntüm erkek bunu daha fazla taşıyamayacağım.
Ve bir sürü şeyi bitirerek istediğini yaşamak için yeni bir sayfa açıyor, buna hiç kimse sıcak bakmadı ahlaksızlık olarak değerlendirenler, yoldan çıkma olarak bakanlar her şeye sahip olmanın şaşırmışlığı diyenler oldu.
Çok uç bir örnek vererek olayı daha dikkatli tetkik etmek istiyorum, o kendi anlamında bir hayat şeklini geç de olsa seçti, doğrudur yanlıştır tartışması ona ait, ama hayatının tamamını salt kurallara bağlayan aynı şekilde kendini de oraya kilitleyen sonuç itibariyle hayat bu diyerek tükenen bizler gerçekten gerçeği mi yaşıyoruz?
Şimdi ne yapalım her istediğimizi yaşamak mümkün mü bazıları çok para gerektiren bazıları çok uzağımızda olan bazılarını da yaşarsak toplum tarafından dışlanacağımız bu hasretlerimizi içimizde mi tutalım?
Zaten yaptığımız bu, kafasına dünyayı görmeyi koyan bir gezgin cebin de beş kuruşu olmadan çıkıyor bu yola, otostop yapıyor karnını doyurmak için bulaşık yıkıyor içine girdiği uyku tulumu beş yıldızlı otel kadar mutlu ediyor onu, yaşadığı şey düşlediği çünkü, ve çok para da gerektirmiyor.
Diyelim ki mevki sahibi bir kişi katıldığı partide delice çalan müziğe ayak uyduramaz bunu yapmak için can atar ama yapamaz, işte bizi asıl durduran bu, ne derler...
Çevresinde ciddiyetiyle tanınmış bir adam taşkın olamaz bu onu hafif kılar, istemez mi acaba bazen de hafif olmak istemez mi, hafiflik değildir aslında, sadece kendisinin bu anlamda tanınması bir şeyleri yıkar korkusunu yaşar.
Biz bizim olması mümkün şeyleri bile hayal kabul ettik, gerçeğe aykırı bulduk, ayıp saydık.
Neden yürürken içimden birden koşmak geliyorsa koşamam, neden bulunduğum yer önemlidir de ben önemli değilim, neden davul bile dengi dengine deriz de zurna davulun arkadaşı demeyiz, ille bir yerlerde denge kurmaya çalışırız.
Gerçek oldukları için mi?
Kim var etti bunları biz değil mi, kurallarla kendimizi tutukladık, hep kaybetme korkusuyla geçirdik hayatı yada kazanmak tutkusuyla.
Ya yaşamak?
Hiç satranç oynadınız mı? Son derece akla dayalı bir oyundur, hatayı kaldırmaz karşınızdaki şah ve mat dediği zaman bitmiştir.
Ama oyun bittiğin de şah da piyon da aynı yere atılır, çünkü artık bitmiştir her ikisinde değerleri eşit aynı torbanın içinde dururlar, oysa biraz önce o şahtı...
Aklın bütün gerçeği onu piyonun yanından alamadı sonunda en büyük en küçükle yan yana kaldı.
En güzelle en çirkinin en zenginle en fakirin en akıllıyla en delinin ölümle eşitlenmesi gibi…
İşte gerçek, işte hayat, hep son bir, eğlenen ağlayan üzen üzülen alan yada veren olun yaşadıklarımız bizim olacak, yaşamadıklarımız kimin?
Şimdi dünyada bir şeyi takip ediyoruz, insanlar her şeye sahipken depresyonlar geçiriyor psikologlar yardım etmeye çalışıyor, bir yetmezlik bir tükeniş oluştu, bu nedensiz değil, hep bir şeylere ulaşmak hep bunun mücadelesinde kalmak yordu insanı, şuur altına bakmak çocukluğuna dönmek geçmişini irdelemek belki yapamadıklarından doğan sıkıntıyı ortaya çıkarmak savaşı veriliyor.
Keşke buna hiç gerek olmasa keşke geriye dönüp araştırılacak yaşamamışlığımız olmasa, hiç birimiz her istediğimi düşündüğüm gibi yaşadım diye bilir miyiz?
Hangimiz şah yerine piyon oluruz dedik, hiç birimiz.
Büyük olma gerçeği yaşayabilme hayalini yuttu...
Söylediklerim insanın kendini baştan başa yenilemesini gerektiriyor, çünkü gerçek tanımlanamayacak kadar hayal, hayal gerçek olacak kadar gerçek.
Bir şiirimde ben senin söyleyemediklerine cüret ederim çünkü sarhoşum diye yazmıştım, kim bilir belki de hayat hissettiklerimizi yaşamaya cüret edemeyeceğimiz kadar hayal, gerçek daha kolay...
Dilimizin söylediklerine kalbimiz tanıklık etmiyor fakat buna beynimiz inandı biz inandırdık çoğunluğun birleştiği her şeye doğru dedik çünkü bu genel görüştü, sevmedik onaylamadık ama doğru kabul ettik, her birimizin değer yargıları hayatına egemen oldu, asla aksini düşünmedik çünkü değiştirmek istemediğimiz gerçekler içinde mutsuz, mutluyu oynadık...
Felsefede bir düşünce vardır gerçek acıdır biber de acıdır o zaman gerçek biberdir.
Neden şeker değildir, gerçek şekerdir şekerde tatlıdır o zaman gerçek tatlıdır olamaz mıydı?
Hayır olamazdı o zaman hayat tatlı olurdu, hayal olurdu, güzel olurdu, hiç gerçeğe uymazdı...
Hayatın devam ettiği bu akışın içinde nasıl yaşayacağımızı tam olarak tayin edememenin zorluklarıyla doğduk büyüdük yaşlandık, çok zaman hayıflanarak geçti asla kimseyi ortak etmediğimiz çünkü bunları kendimize bile itiraftan korktuğumuz hayallerimizdi öyle de kaldı, güzel mi oldu doğru mu bilemiyorum, bir şey biliyorum hayat bu kadar düz olmayacak kadar renkliydi ama biz neredeyse iki renk yaşadık...
Kim ki bir başka renkte var dedi, saçmalama kendini kaybetme dedik sert olmak gerçeğe uygun olmaya çok yakın olduğu için uçuk olamadık...
Velhasıl geçti işte şimdi alacaklı mıyız borçlu mu biraz orası karışık fark etmiyor alsak da versek de biz çok şeyi bu gerçeklere feda ettik, bence ödeşemeyiz bile...
Sadece bir şey söylemek istiyorum, yaşama kendi ayakları üzerinde durmayı başararak başlayan herkese, yolun başındayken hedefleri doğru belirlemek nerede nasıl kim olarak yaşamak istediğinizi ve sizi mutlu edecek anlamda tespit ederek içinizden geldiği gibi merhaba demek, en güzel hayalin gerçeğe dönüşü olacaktır, o zaman hayal bir gerçeği yaşayacak
Zor biliyorum ama bir ömrün her anını kaçırılan fırsat gibi yaşamaktan daha kolay...

ENGELLİLER



Bu gün toplumda hala istediği yere gelemeyen, hala anlayış kısırlığında ki insanların ceremesini çeken engelli arkadaşlarımızdan bahsetmek istiyorum, ve bu durumda kimler engelli ona bakalım dilerseniz.
Hepimiz baktığımızı görürüz, ama her birimiz ayrı yorumlar ayrı şekillerde çizeriz gördüklerimize, çünkü farklı kişiliklerimiz farklı düşüncelerimizle değerlendiririz, bu hiçbir zaman yanlış değildir taa ki karşımızdakine zarar verme noktasına gelene kadar...
Çünkü o zaman sadece bizi ilgilendirmez bir başkasını da bize ortak etmiş oluruz ve bu hiç onun istemediği hiç oylamadığı fikrimizi zorunlu kabul ettirme yolunda attığımız bir adımdır, bir şekilde karşımızdakinin haklarına tecavüz olur.
Bizimle aynı koşullarda yarışamayan biri, bir yerde teslim olmak zorundadır, ve maalesef bu gün bizler engelliler için bu yolda hareket ediyor ve yollarını kesiyoruz.
Bu hangi anlamda üstünlük sağlamaktır, biz onlara göre nerelerde güçlüyüz tartışılır ama, eğer güç elimizdeyse yaklaşım sadece acıma yada merhamet sunmaktan öteye gitmeyen zavallı bir davranış şekline dönüşüyor.
Acınacak insan beynindeki örtüyü kaldıramayan, tembel, iş gücünü dumura uğratmış sinameki azmini kaybetmiş zavallıdır, o merhamet edilmeyecek ama acınacak halde olandır.
Merhamet bizim çok erdemli duygumuz onu hepimiz birbirimize göstermeliyiz, çünkü şefkatle gelendir merhamet, içinde sevgi ve hoşgörü vardır.
Sıkıntılar insanın hocası, demiri tavlandıran ateş gibi, çekilen acılar yaşanılan ezici bunalımlar insana savaşmasını öğretir ama hep savaşan hep yenilen olmasın bu arkadaşlarımız.
Çünkü o zaman çok adil olmuyor...
İslamın şartı beş altıncısı insaf demişler...
Hayatı hiç gözleriyle müşahede edememiş görme engelli bir dostumuz, sadece kendisine anlatılan denizi, ağacı, toprağı, kuşu işte her şeyi ona anlatılan tarifle hayal eder, ve ona sorsanız size anlatır, çünkü hissettiklerini beyninde geliştirir, düşünür, bir çok görenden daha anlamlı yaşar...
Her gün denizin karşısında oturan her zaman ağaçların arasında yürüyen kuşları gören birine sorun, eğer yaşamı hissetmiyorsa bir çoğunun farkında bile değildir, deniz gün içinde kaç renk alır, kuşlar hangi zaman gelir hangi zaman giderler, sonbahar yaprakları dalda mıdır yerde midir bilemez, çünkü o göremez...
O zaman burada ki hangi örnek engellidir, o zaman özür insanın neresindedir?
Ben beyninde ve düşüncelerinde derken çok haksız olduğuma inanmıyorum.
Yürümede engelli olan bir arkadaşımızı bakalım, o belki hayatının hiçbir evresinde koşamadı, yürüyemedi, ayaklarıyla katılabileceği hiçbir aktiviteye iştirak edemedi, karşılığında ayaklarını kullanabilen bir arkadaşımız olsun, onun için yürümek hiç özel değil, o koşada bilir çok sıradan çok normal bir hadisedir yaşadığı, eğer görmek maksatlı bakarsak aralarındaki tek fark biri yürüyen biri yürüyemeyendir her ikisi de sağlıklı düşünen beyinse her ikisi de üretir her ikisi de tamdır yarım düşünmedikleri sürece...

Bu o kadar çok örneklerle karşımıza gelir ki, kendinin farkında olmayan zavallı bir vücut karşısındakinin eksiğiyle dertlenir, çünkü o görmeyenden daha görmeyen duymayandan daha duymayandır.
Fiziksel hiçbir eksiği bulunmayan düşünce özürlü kişiler gerçekten engellidir, ve bence gerçekten özürlüdür.
Bizler yargı unsuru değiliz, kimin ne iş yapabileceğini anlamak için onu süzerek bu vereceğim işi yapamaz diyemeyiz, daha denemedik bilmiyoruz, baştan çizgi çizmek tek bir fikri ortaya koyar, görüntüye baktığımızı ve aynı şekilde de sonuçlandırdığımızı...
Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir davranış biçimi sergilenmez, bizler bu değerlendirmeyi yaparken biraz daha düşüncelerimizi enginleştirsek biraz daha gerçekçi yaklaşımlarla dokunursak, eminim ki bu gün yaraladıklarımız böylesi örselenmeyecektir.
Her birimizin kendince yapacağı işler var, sesini kullanan birinin gözüne ihtiyacı yok, o sesiyle kazanır, ne bileyim diyelim ki bir santralde telefonlara cevap vermek için yürümeniz gerekmiyor, duyma engelli bir arkadaşımız duymuyor diye elleriyle çalışamaz değil ki, neye göre karar verdik neye göre üstünü çizdik?
Hayatı hangi şekilde yaşadığımız değil hangi şekliyle yaşadığımızdır önemli olan, bizim yaşama katılımımız üretebildiğimiz hangi organımızın faaliyetiyle alakalıdır, hiç duymayan biri keman çalıyor, hiç görmeyen biri resim yapıyor, hiç konuşamayan bir sürü insan yazıyor, çünkü hepsi üretime katılan ve düşünen insan, çünkü onlar engelli değil üstelik hayata yön verebilecek kadar da güçlüler...
Ama üzülerek müşahede ettiğim gerçekleri göz ardı edemedim, bu gün savaş gazilerimizin dahi ne kadar mağdur olduğunu göre göre, her yer gül gülistan diyemiyorum...
Bir sürü dernekler bir sürü kurumlar hizmet vermek amaçlı açılıyor faaliyet gösteriyor, aksayan nedir neden yetemiyorlar, bana göre amaç yardım fikrinde sıkışıp kaldığı için sonuca gidilemiyor.
Dökme suyla değirmen dönmez diye güzel bir ata sözümüz var, ve dönmüyor bakın, yardım sonuçta köklü çözüm üretemiyor, sorun bu arkadaşlarımıza hayatlarını kendi yetenekleriyle idame etmelerini sağlamak ve imkan sunmakla çözülecektir.
Yoksa günlük aylık yada yıllık hiç fark etmez sağlanan ianelerle problem hallolmuyor.
Asla suçlamak amaçlı değil söylediklerim, sadece bir konuyu açığa çıkarmaya çalışıyorum, biz düşündüğümüz kadarız demiştim, ve bu fikrimde ısrar ediyorum.
Eğer kendimizi yerimizden kalkamayacak kadar yorgun halsiz hissedersek kalkamayız, hafif bir grip vakası, iç halimizde eğer öyle hissedersek ağır hastalık yaşıyor şekline dönmez mi?
O zaman bir gerçeği değiştiriyor oluyorum, hastayken hasta mı değilim, yoksa iyi olmak için iyi mi hissetmem gerekiyor?
Ben bunu bir şekilde çözüyorum, hasta hissetmem benim duygularım, beynimin hastalıklı yanı, emir komut zincirine benim teslimiyetim, emreden de benim üstelik.
İyi hissetmemde benim duygularım beynimin sağlıklı yanı iyi ve güzel duygularımı beynimde devşirmem ve yine ben emredenim...
Yani yine tek gerçek var biz hissettiğimiz kadarız, duygularımız zenginse sağlıklıysa enginse, fiziksel eksikliğimiz veya rahatsızlığımız çok fazla anlam taşımıyor, kendince tastamam olan insan, yarım düşünüyor, hastalıklı düşünüyorsa gerçekten engelli gerçekten yarım olan...
Doğuramayan kadın doğuran kadına göre eksiktir, peki doğurup çocuğunu çöpe bırakan tastamam mıdır?
Burada hangi örneğe engelli diyeceğiz, yok edenle var edemeyen arasında duran sakat düşünceyi nasıl değerlendirelim, o halde eksik olan doğuramayan değildir, ama çark öyle ters dönüyor ki bu hasta beyinli insan bir de karşısındakine eksik gözüyle bakıyor, gerçekten kör bir düğüm...
İnsana bakarken hangi konuda eksik olduğunu iyi tespit etmek gerek, kendisini sağlıklı gördüğümüz dış görünüşüyle itibar kazandırdığımız kişi teslim ettiğimiz işi gerçekten tam mı yapıyor, onun yerine bize göre uzuvlarından biri eksik olan arkadaşımız daha mı sorumsuz çalışır, niye...?
Ön yargıyla yaklaştığımız andan itibaren kayıplar yaşıyoruz, işin en kötü tarafı da kendimizle beraber gerçekten hayata iştirak etmek için savaşan bu insanları da itiyoruz, yani çift taraflı kesiyoruz...
Bektaşiye cehenneme gider misin diye sormuşlar istek şart demiş, istekle şevkle bir şeyler yapmak için uğraşan ve gerçekten de yapabilecek kapasitelerde olan bu insanlara çok haksızca ve bana göre çok sakat düşünerek bakıyoruz.
Her kurumda engelli bir arkadaşımızın çalışabilmesi için kontenjan var, bunu zorunlu hale getirmeden insanın kendi seçiminin bu anlamda yönlenmesini diliyorum, sadece kendisinden bir organı fazla diye başka birine teslim etmek zorunda oldukları ortamda mutsuzlar.
Ve hiçbir anlayışa sığmıyor...
Hayatı her alanda onlara sıkıştırıp kıstırıp sunarak sadece yaşamlarını zorlaştırıyoruz, talep edilen iane yada acınma değil, her insan kadar doğru ve tam muamele görme, bunun nesi zor anlayamıyorum.
Bir de bu tavrımız karşımızdakini sürekli istemek durumunda bırakıyor buna hiç kimsenin hakkı olduğunu sanmıyorum, kimsenin bize ihtiyacı yok, eğer çalışmıyorsak yada yolumuz kesilmişse biz de aynı sıkıntıyı yaşıyor olmayacak mıyız?
Eğer bir doğruda birleşmezsek asla bu çarpıklık düzelmeyecek, insanlar belki doğuştan belki daha sonra başka bir sebepten uzvunun eksikliğindedir, bu hepimizin başına gelebilecek bir olay, o kadar da şaşkınlıkla bakacağımız bir durum değil, düşünce sakatlığını ortadan kaldırmak zorundayız, eliyle yapamayan diliyle yapar, diliyle yapamayan gözüyle yapar, bu bizim içinde böyle, her azamızı tüm yeteneklerini sergileyerek mi kullanıyoruz?
Neyi yargılıyoruz...?
Şu anda bir çok kişiye ulaşan yazılarımla okunan ama sizler tarafından görünmeyenim, var sayalım ki sağırım yada yürüyemiyorum, şu anda yaptığım işi engeller mi?
PARMAKLARIM AY'I GOSTERIRKEN, APTALLAR PARMAKLARIMA BAKAR...
Diyen düşünür konuya çok ince dokunmuş...
Hac görevlerini yapan iki Müslüman şadırvanda abdest almak üzere sıra bekliyorlar, o sırada abdest alan zenciye ikisi de gülüyor onu çok siyah buluyorlar kendilerine göre...
Zenci hiç alınmıyor, sadece dönüp neden güldünüz arkadaşım derimin rengine mi diyor?
İyi de neyi beğenmediniz boyanın rengini mi beni boyayanı mı...?
Bizim ne boyayla ne boyayanla zorumuz olmamalı, beyin gücü her renk ve her şekilde değil midir?
Allah kulunu bir tek beyin özürlü olduğu zaman yapacağı ibadette engelli saymış, çünkü düşünemeyen insan engellidir, biz bu konuda ne kadar düşünüyoruz?
Hepimiz Avrupa’dan örnekler almaya çalışıyoruz, davranış taklitlerinden uzaklaşıp anlayışlarından alıntılarla belki çok daha güzelini öğreneceğiz, hele bu konuda ısrarla Avrupa’yı örnek gösteriyorum, çünkü beyinleri engelli düşüncesini aşmış, devlet olarak da millet olarak da onlara hayatlarını kolaylaştıracak imkanlar sağlamışlar ve bırakmışlar, yani bardakla su vermiyorlar çeşmeyi yapmasını öğretmişler.
Yanlışları görebildiğimiz ölçüde düzeltebiliriz, İyi düşünemeyen insan kendine anlamsız sınırlar koymuş her kim olursa olsun, çevresinde ki yaşayana da bir şekilde zarar veriyor, işte bu sınırları kafamızdan kaldırabilirsek, uzuvlarından birini yada bir kaçını kaybetmiş arkadaşımızı engelli olarak görmeyeceğiz, çünkü biz o zaman bir şey yapacağız, onun beynine bakacağız, çünkü biz şekle değil akla itibar edeceğiz.
Bilgimizin ve yeteneklerimizin değerlendirilmesi fiziki özelliklerimizi ikinci planda bırakmalı o zaman işleyen sistem daha doğru daha akılcı olur, emek veren yüzünün güzelliğine güvenmesi gerekmeyen, başaracağı işi her haliyle başarabilen insandır, maksat vitrin süsü olmak değil hayata iştirak etmekse şekil neye hitap eder burada?
Göze mi?
Sahneye çıkmak isteyen biri için belki bu bir sebep olabilir, ama amaç kendini lanse etmenin olmadığı yerde bile durdurulmak, sadece karşımızdaki insanın eksikliğidir, anlamak istemedi göremediği beynimizdir...
Hiç inkar etmeyelim bu bir gerçek, şekle takılırız, bırakın engelli olmayı iki kişi bir şirkete baş vuralım hangimiz fiziki anlamda daha çarpıcıysak işi o alır, üzülerek ifade ediyorum ama bu böyle, belki diğerinin bilgileri deneyimi işe sunacağı verimi çok daha yukarda olacaktır ama baştan yenilir.
Dilim söylerken gönlüm yanıyor ama inşallah bizlerde öğreneceğiz...
Zavallı düşüncelere sıkışmış kalmış insanın merhamete ve acınmaya ihtiyacı vardır, eli ayağı gözü kulağı olmayanın değil...
Çünkü onlar hayata beyinleriyle iştirak edip, yürüyorlar görüyorlar, ve duyuyorlar, çünkü onlar düşünce zengini.
Hiçbir engelli düşüncelerini kapamış sınırlamış, tat almayı hissetmeyi sevmeyi unutmuş insan kadar yarım yada engelli değildir, çünkü ısrar ediyorum, biz hissettiğimiz ölçüde tamız…