15 Kasım 2008 Cumartesi

Ata’mı ‘Mustafa’ da da Sevdim…


29 Ekim 2008’ de gösterime giren Mustafa filmi beni çok heyecanlandırmıştı. Atatürk için yapılan bu filmi tezden izlemek için sabırsızlanıyordum.
Filmin hemen ardından basına yansıyan kritikler yavaş yavaş şevkimi kırıyor, her ne kadar izlemeden karar vermemek gerekiyor diyorsam da, yüreğimde bir yerler inciniyordu…

Ağırlıkla olumsuz eleştirilen film, Atatürk’ü küçültme, aşağılama maksatlı komplo gibi lanse edilirken, Can Dündar’a tepkili olmaya başlamıştım bile…
Bu durum filmi izleme şevkimi kırıyor her gün bir sonraki güne erteliyordum.
Okuduğum bir eleştiride, filmi izleyen hanım, yazık diye başlamış yazmaya yazık!!
Filmin tamamı Ata’yı yer ile bir etmek için yapılmış.
O, karanlıktan korkan, kaldığı köşkte camdan baktığında gelen toz bulutundan telaşa kapılıp yaverini kontrol için gönderen, sonra sadece bir sığır sürüsünün yarattığı toz olduğunu öğrendiğinde rahatlayan(!), her boş vaktinde sevgilisine aşk içerikli mektuplar yazan, ömrünün sonlarında sürekli içen, kapandığı odasında sigara üzerine sigara yakan, boş, anlamsız günlerde bocalayan, nihayetinde kargaları kovalayarak son nefesini veren Atatürk…

Yazık diyordu hanım. Her şeyi bir yana bıraktım ama kendime kızıyorum. Bana bugünkü kimliğimi kazandıran Atam’a ihanet etmişim gibi hisse kapılıyorum. Bu filme gitmekle elde edinilmek istenen ranta ortaklık ettim, özür dilerim ATAM…

En son bu kritiği de okuyunca, dayanacak takatim kalmadı ve filmi kesin izlemem gerektiğine karar verdim. Aksi halde kritikler etkisi altında duygularımı hırpalıyor, daha kötüsü objektif olamıyordum.
Bugün 16 Kasım 2008 ve filmi izledim…
İnanamadım. Gerçekten bahsi geçen film ile izlediğim film aynı mı diye şüphede kaldım. İmkânsız diyordum, mutlaka bir şeyler olacak, bu kadar insan yanlış yorumlamadı ya…
Film bitti ve ben hala şaşkın, yarı sersemlemiş bir halde dışarı çıktım.

Neler söylendi, neler yazıldı… Can Dündar nasıl asıldı, nasıl kesildi ve bu niçin yapıldı şimdi daha iyi anlıyorum.
Filmde Atam’ı aşağılayan, onun dehasını küçümseyen, çalışkanlığını yok sayan en küçük bir sahne yok. Her karesinde zaten bildiğimiz başarılar işlenmiş, özetlenmiş. Bunun dışında, bu karelere artı olarak Atatürk’ün kişisel ayrıntıları eklenmiş ve bu o kadar şık yapılmış ki, çok yerde benim gözyaşlarıma engel olamayarak hüzünlenmemi sağladı.
Neydi bunlar?
Atatürk insandı, hep insandı. Duyguları olan, etten kemikten ruhu olan insan…
Bugüne kadar bu anlamda tanışmadığımız liderimiz, yaptığı her şeyi sanki duygusuz, otoriter bir kişilikle yapar, yaşadıklarını arkasında bıraktığında incinmez, hissetmez, sevdiklerince kırıldığında yüreği acımaz, dümdüz askerdir.
Çünkü ‘’O’’ ATATÜRK’TÜR….

İşte Can Dündar burada bir kapı aralamış ve Atatürk de incinirdi, ‘’O’’ da severdi, O’nun da aşkları vardı, yaptığı her işte her zaman yanında sevdikleri yoktu, çoğu zaman yalnızdı demiş.
Burada bilmediğimiz, ya da feveran etmek gereği doğuracak yanlış bir şey söylenmemiş. Atatürk insandı, kaldı ki bunu kendi notlarından çıkarmış. Sevgili Atam, ben de bir insanım diyor.
Evet, yalnızdı, en sevdikleri, en güvendikleri bile yanında kalmadı. Çünkü sebepleri vardı, bir devrim yaşanıyordu, bu cesaretti, cüretti. Çok insana göre çılgıncaydı, bedeli yalnız olmaktı, oldu…

Ömrünü o cepheden bu cepheye koşarak geçirmiş, yokluk zorluk tükenmişlik kavramlarını görmezden gelmiş bir asker, tüm bu yaşananların içinde sevdiği kadına mektup yazmış diye yargılanabilir mi?
O sevemez mi, duygularını kâğıda dökemez mi, ya da sadece savaş anılarını mı yazar?
Bu kadar haksızlık olur mu?
Filmin yanlış kritiklerinden biri de, bol bol içki sofraları gösteriliyor, sanki sürekli içen zevk-i sefa âlemlerinde yaşayan biri olarak anlatıyor denmiş.
Gerçekten yazık…

Eğer bu Atatürk’ü savunmaksa, koruma altına almaksa, bizim Atatürk’e karşı olanlardan ne farkımız kaldı?
Atatürk içiyordu, evet zaten bu konu gizli değil. Filmde bu abartılarak anlatılmıyor. Taa ki son günlerinde günde bir büyük rakıya ulaşana kadar.
Orada da kendisini anlatıyor, kendi ifadesiyle notlardan verilmiş ‘Evet içiyorum, çünkü artık bu vücut bu kafayı taşımıyor, yıldım, belki unutmak için, belki uyuşmak için içiyorum’ diyor
Çok samimi, çok insani ve çok sade cümlelerle anlatıyor.

Yıllarını zorluklar içinde geçiren, savaşan bir milletin, kendisini umut olarak gördüğü, dünyaya karşı direnen birinden bahsediyoruz. Bugün bir memur bile emekli olduğunda depresyona giriyorken, Atatürk sadece Atatürk olduğu için mi böyle bir hakkı olamaz?
Ya da bundan bahis aşağılamak mıdır?
O da insandı, yaşayan, üzülen, kırılan, unutmaya çalışan, dünyayla savaşırken kılı kıpırdamayan ama belki de karanlıktan korkandı.
Olmaz mı, Atatürk’e yakışmaz mı?
Neden?
Bence filmin bu kadar olumsuz eleştiri almasının başka sebepleri var. Israrla çocukların izlemesini önleyin, gençleri uzak tutun denmesi, bana başka bir şeyi anlatıyor.
Film zaten sevdiğimiz Atamızı bir kere daha sevdiriyor. O’nun içtenliğini, sıcaklığını, hatta esprilerini görüyorsunuz. Bildiğimiz dehasına eklenenler, atama artıdır asla eksi değil. Zaten büyüktü, zaten dünyanın kâh nefretle kâh kıskançlıkla kâh saygıyla ama ille de zekâsıyla kabul ettiği bir liderdi ‘Mustafa’ filmiyle, bu sadece perçinlendi, içi daha da derinleşti.
Ben böyle bir lidere sahip olmaktan, Türk olmaktan onur duyduğum kadar onurluyum.
Ve…
Bu filme imzasını atan sevgili Can Dündar’a tüm yüreğimle teşekkürlerimi yolluyorum.
Son söz olarak, filmi objektif olarak değerlendiremeyen, ister Atatürkçü, ister Atatürk karşıtı olanlara da çok sevdiğim bir Tibet atasözünü hatırlatmak istiyorum.

Parmaklarım Ay’ı Gösterirken, Aptallar Parmaklarıma bakar…

7 Kasım 2008 Cuma

UÇURUMUN KIYISI

Can Dündar’ın ‘’Şeriat ve Gelişimi’’ yazısında verdiği anketi aynen naklediyorum, aslında ben şok olmadım sanırım okuyanlarda olmayacaktır…

Türkiye'de kaç okul var? -67 bin... Kaç hastane var? -1220... Kaç sağlık ocağı var: -6 bin 300... Peki kaç cami var? 85 bin... Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor. Peki, kaç kilise var? -270... Kaç cem evi var?-100.

Türkiye'de kaç doktor var? -77 bin.. Peki, kaç din görevlisi var? - 90 bin... Türkiye'de her 900 kişiye bir doktor düşerken, her 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor.
Eğitim-Sen'e göre Türkiye'nin 200 bin öğretmen açığı var. Türkiye'de kaç kütüphane var? - 1435... Almanya'da kaç kütüphane var? -11 bin...

Türkiye'nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var? -13... Kaç kentte kuran kursu var? -81...
Bu kursların toplam sayısı kaç? -3852... Türkiye'de 1 opera derneği var; 11 bale, 10 heykel, 18 resim, 18sinema, 38 tiyatro derneği var.

Peki, kaç tane 'cami yaptırma derneği' var? -35 bin... İçişleri Bakanlığı'nın bütçesi ne kadar? - 783 trilyon... Ulaştırma Bakanlığı'nın? -678 trilyon... Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın? -677 trilyon...
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın -632 trilyon... Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın? -280 trilyon.. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın? -249 trilyon...

Çevre ve Orman Bakanlığı'nın? -404 trilyon... Sadece Sünnileri temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi ne kadar? -1.3 katrilyon... 8 bakanlığın bütçesi kadar... 22 üniversitenin toplam bütçesine denk...

Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yıldan yıla büyümesine bakalım: 1997'de 66 trilyon. 1998'de 119... 1999'da 180... 2000'de270... 2001'de 302... 2002'de 553... 2003'te 771... 2004'te 1 katrilyon... 2005'te 1 katrilyon... 2006'da 1,3 katrilyon... 2007'de 2,7 katrilyon...


Şimdi ben bu anket sonuçlarını okuduğum zaman bir an nefes aldım ve düşündüm…
Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 camii düşüyor, asla fazladır demiyorum bu pay adil mi diyorum?
İnsanlar ibadetlerini evlerinde kendi kendilerine de yapabilir durumda aciliyet ya da zaruret yok ancak hastane öyle mi?
Türkiye'de kaç okul var? 67 bin... Kuran kursu toplam sayısı kaç? ? 3852... El insaf…
Eğitimde eksik olan ülkelerin çıtalarını yükseltme şansı nedir?
Düzeltmek için yıllardır uğraş verdiğimiz ekonomimizden başlasak bu zincir uzar gider ve bitişi hep aynı noktada olur eğitim…
Hiç birimiz dinimizi örselemek itelemek yok saymak düşüncesinde değiliz ancak realist olmak gereği var, bu sonuçlar hangimizin içini açar?
Bunları bu dille ifade ettiğimiz de hemen kılıçlar çekiliyor ya din düşmanı ilan ediliyoruz ya da ‘’Laik’’ olmakla…

Ben Laik milliyetçi dindar ülkesini seven bir vatandaş olarak adilce elimi vicdanıma koyarak diyorum ki;
Öğretmeni olmayan okulları, okulu olmayan köyleri, doktoru olmayan hastaneleri olan bir ülke de milyon hafız yetiştirseniz kazanç nedir?
Eğitimine ayırdığı bütçe diyanet işleri başkanlığına ayırdığı bütçe ile kıyaslandığında karşımıza bir uçurum çıkıyorsa bizler o uçurumun kıyısında oluruz…

Laik Türkiye’m Cumhuriyet bayramın kutlu olsun…

KURAN'I ANLAMAK

(Prof. Dr. Zeki Duman) nın ‘’on dört asırlık tefsir birikiminin kuran’ın anlaşılmasındaki olumsuz etkileri ‘’başlıklı yazısından bazı alıntılar yaptım kuranı anlamak adına okuduklarımı yorumladım.
Yazı hayli uzun ben içinden bazı paragrafları aldım, işte Prof. Dr. Zeki Dumanın açıkladığı ayetlerden bazıları ve yorumlarım…
‘’Kuran-ı Kerim’de, müminlerin, okudukları ayetler üzerinde durup düşünmelerini teşvik eden pek çok ayet vardır.[11] Allah bir ayetinde, okuduklarını anlamadan, tefekkür etmeden kuran okuyanları, akıllarına kilit vurulmuş kimseler olmakla itham etmiştir.’’
[12]
Buradan benim anladığım şudur aklını erdirerek oku anlayarak oku öğrenmek için oku bu kitap roman değil anla ki doğru yaşa diyor..
Tefekkür etmeden yani düşünmeden okuduğundan bir fayda görmeyeceğin hususunda uyarıyor.
‘’Kuran’ın aklı kullanmaya ve tefekküre teşvik eden ayetleri, vahyin ilk dönemlerinden itibaren Müslümanları, onun derin manasını anlamaya, üzerinde düşünmeye ve ihtiyaçlarına göre, ondan yeni yeni hükümler çıkarmaya teşvik etmiştir.’’

Yeni yeni hükümler… Şimdi burada bir nefeslik aralayalım konuyu, bu durumda kuranı anlayarak okumak ve aslını değiştirmeden gelişen zamana uyarlı rehberi doğru kullanmaktır, zaten istenen de budur bu ne olanı reddetmek anlamındadır ne de inkâr daha çok anlamak daha iyi anlatmak babında bir söylemdir.
Ve aklıma hemen bir soru geliyor neden Allah bu kuranı Arapça oku düşünmen önemli değil kutsal dil ile oku maksat okumandır o güzeldir anlamasan da olur dememiş.
Hayret!!Yine Kuran’da açıklandığına göre;

"Rahman’ın Kulları, kendilerine Rabb’larının ayetleri hatırlatıldığında, okudukları ayetler üzerine, sağır ve körler gibi kapanmazlar"[13]; ayetlerin, lafzının söylediğinden başka, söylemek istediği asıl manayı kavramaya çalışırlar; okuduklarını düşünür, kavrar ve etkisi altına girerler; okudukça iman bakımından artar ve Allah’a sıkı sıkıya güvenip bağlanırlar. Onlar, bu iman ve güven ile itaat ve ibadete devam ederler.[14]
Harika… okudukları ayete sağır ve körler gibi kapanmazlar.. okudukça Allaha sıkı sıkıya bağlanmak…
Neden aklıma bu kitap anlaşılmaz bir dil ile okutulmak zorunda bırakılınca kişinin Allah ile arasında ki bağda o sıkılık olmayacağı geliyor ve neden ben bu birilerinin işine yarar anlamazsan ayrıca korkarsın o zaman anlayanlar(!) yardım eder sana korku muskası yapar eline yazar elli milyon göbeğine yazar yüz elli milyon alır bu Pazar da başkadır diye düşünüyorum…
Daha fazla yorum yapmayacağım..

‘’Kur’an, yaklaşık olarak yirmi üç yıllık nüzul süreci içerisinde, insanların ihtiyaçlarına, olaylara ve zaman zaman sorulan sorulara bir cevap olmak üzere[15] ve dura dura okunmak maksadıyla,[16] bölüm bölüm indirilmiş yüce bir mesajdır’’[17] "Elbette Kur’an, kendiliğinden konuşacak değildir. O, gerekli ilmi donanımla mücehhez, ehliyetli ilim adamları tarafından zamanın ihtiyaçlarına göre, güncelleştirilip konuşturulmalıdır,"[20] Hz. Ali de aynı konuya işaret etmiştir.’’
Ehliyetli ilim adamları burası çok önemli…
Bu durumda akademisyenler birinci sırada yer almalılar ehliyet sahibi ilim adamları olarak.


Bakara-170:’’Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar:’ Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?’’

İşte Kuran’ın bugünü gören sözleri.. Aynı şeyleri tartışmıyor muyuz?
Bugün ilim adamları ayetleri yorumlarken pek çok insan bugüne kadar ibn bilmem kim yanlış mı yazdı imam bilmem kim efendi yalan mı söyledi sen en iyisini mi biliyorsun dini oyuncak mı edeceksin ne karıştırıp duruyorsun bilenler yazıp çizdi ne diye nifak çıkarıyorsun diye avazlarda değiller mi?
Hadi onlar doğru yolu bulamamış iseler diyor kuran bakın…

Ve en can alıcı sure fussilet suresi hep kuran Arapçadır o dil mübarektir başka türlü okunsa da ibadette olmaz Arapça okumadıysan hatim falan sayılmaz kendi diline çeviride zarar verirsin anlayamazsın diyenlere sesleniyor…

‘’Eğer biz Kuran-ı kerimi yabancı bir dilde okunan bir kitap kılsaydık. Diyeceklerdi ki, ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalıydı. Muhatapları Arap olduğu halde, Arapça olmayan bir kitap mı geldi.’’

Arapça inmesinin sebebini açıkça ifade ediyor yani dilin Arapça olması sadece o günkü koşullarda çoğunluğun Arap olması sebebiyledir eğer başka dille indirseydik bu kez de böyle söylerdiniz diye ayetle açıklamış.

Hep aynı şeyi savundum kuran içinde söylenmeyen söz yok yeter ki insan anlamak istesin yeter ki at gözlüğü ile bakmadan okusun yeter ki benim atalarım şeyhlerim şıhlarım demesin yeter ki sağır ve körler gibi ayetlerin üzerine kapanmasın…

Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış 'Selamünaleyküm ey pir i fani ...' 'Aleykümselâm ey serdar i cihan...' Padişah sormuş: 'Altılarda ne yaptın?''Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor...' Padişah gene sormuş: 'Geceleri kalkmadın mı?' 'Kalktık... Lakin. Ellere yaradı...' Padişah gülmüş 'Bir kaz göndersem yolar mısın?' 'Hem de ciyaklatmadan...' demiş ihtiyar Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönmüş: 'Ne konuştuğumuzu anladın mı?''Hayır padişahım...' Padişah sinirlenmiş 'Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.' Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor. 'Ne konuştunuz siz padişahla...'Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş: 'Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.' Baş vezir, yüz altın vermiş.'Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu? 'Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.' Vezir kafasını kaşımış 'Peki,altılara altı katmayınca,otuz ikiye yetmiyor ne demek?...' Adam bu soruya cevap vermek içinde bir yüz altın daha almış 'Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim. Vezir bir soru daha sormuş... 'geceleri kalkmadın mı ne demek?' Adam bir yüz altın daha almış. 'Çocukların yok mu diye sordu. Var ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim...' Vezir gene kafasını sallamış. 'Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...' Adam gülmüş 'Onu da sen bul...'

Bilmediğimiz dilde konuşulanları anlayamayız ve vezirin halini yaşarız ciyaklatmadan yolunmak tabirini bize uyarlamasınlar buna izin vermeyelim…