15 Kasım 2008 Cumartesi

Ata’mı ‘Mustafa’ da da Sevdim…


29 Ekim 2008’ de gösterime giren Mustafa filmi beni çok heyecanlandırmıştı. Atatürk için yapılan bu filmi tezden izlemek için sabırsızlanıyordum.
Filmin hemen ardından basına yansıyan kritikler yavaş yavaş şevkimi kırıyor, her ne kadar izlemeden karar vermemek gerekiyor diyorsam da, yüreğimde bir yerler inciniyordu…

Ağırlıkla olumsuz eleştirilen film, Atatürk’ü küçültme, aşağılama maksatlı komplo gibi lanse edilirken, Can Dündar’a tepkili olmaya başlamıştım bile…
Bu durum filmi izleme şevkimi kırıyor her gün bir sonraki güne erteliyordum.
Okuduğum bir eleştiride, filmi izleyen hanım, yazık diye başlamış yazmaya yazık!!
Filmin tamamı Ata’yı yer ile bir etmek için yapılmış.
O, karanlıktan korkan, kaldığı köşkte camdan baktığında gelen toz bulutundan telaşa kapılıp yaverini kontrol için gönderen, sonra sadece bir sığır sürüsünün yarattığı toz olduğunu öğrendiğinde rahatlayan(!), her boş vaktinde sevgilisine aşk içerikli mektuplar yazan, ömrünün sonlarında sürekli içen, kapandığı odasında sigara üzerine sigara yakan, boş, anlamsız günlerde bocalayan, nihayetinde kargaları kovalayarak son nefesini veren Atatürk…

Yazık diyordu hanım. Her şeyi bir yana bıraktım ama kendime kızıyorum. Bana bugünkü kimliğimi kazandıran Atam’a ihanet etmişim gibi hisse kapılıyorum. Bu filme gitmekle elde edinilmek istenen ranta ortaklık ettim, özür dilerim ATAM…

En son bu kritiği de okuyunca, dayanacak takatim kalmadı ve filmi kesin izlemem gerektiğine karar verdim. Aksi halde kritikler etkisi altında duygularımı hırpalıyor, daha kötüsü objektif olamıyordum.
Bugün 16 Kasım 2008 ve filmi izledim…
İnanamadım. Gerçekten bahsi geçen film ile izlediğim film aynı mı diye şüphede kaldım. İmkânsız diyordum, mutlaka bir şeyler olacak, bu kadar insan yanlış yorumlamadı ya…
Film bitti ve ben hala şaşkın, yarı sersemlemiş bir halde dışarı çıktım.

Neler söylendi, neler yazıldı… Can Dündar nasıl asıldı, nasıl kesildi ve bu niçin yapıldı şimdi daha iyi anlıyorum.
Filmde Atam’ı aşağılayan, onun dehasını küçümseyen, çalışkanlığını yok sayan en küçük bir sahne yok. Her karesinde zaten bildiğimiz başarılar işlenmiş, özetlenmiş. Bunun dışında, bu karelere artı olarak Atatürk’ün kişisel ayrıntıları eklenmiş ve bu o kadar şık yapılmış ki, çok yerde benim gözyaşlarıma engel olamayarak hüzünlenmemi sağladı.
Neydi bunlar?
Atatürk insandı, hep insandı. Duyguları olan, etten kemikten ruhu olan insan…
Bugüne kadar bu anlamda tanışmadığımız liderimiz, yaptığı her şeyi sanki duygusuz, otoriter bir kişilikle yapar, yaşadıklarını arkasında bıraktığında incinmez, hissetmez, sevdiklerince kırıldığında yüreği acımaz, dümdüz askerdir.
Çünkü ‘’O’’ ATATÜRK’TÜR….

İşte Can Dündar burada bir kapı aralamış ve Atatürk de incinirdi, ‘’O’’ da severdi, O’nun da aşkları vardı, yaptığı her işte her zaman yanında sevdikleri yoktu, çoğu zaman yalnızdı demiş.
Burada bilmediğimiz, ya da feveran etmek gereği doğuracak yanlış bir şey söylenmemiş. Atatürk insandı, kaldı ki bunu kendi notlarından çıkarmış. Sevgili Atam, ben de bir insanım diyor.
Evet, yalnızdı, en sevdikleri, en güvendikleri bile yanında kalmadı. Çünkü sebepleri vardı, bir devrim yaşanıyordu, bu cesaretti, cüretti. Çok insana göre çılgıncaydı, bedeli yalnız olmaktı, oldu…

Ömrünü o cepheden bu cepheye koşarak geçirmiş, yokluk zorluk tükenmişlik kavramlarını görmezden gelmiş bir asker, tüm bu yaşananların içinde sevdiği kadına mektup yazmış diye yargılanabilir mi?
O sevemez mi, duygularını kâğıda dökemez mi, ya da sadece savaş anılarını mı yazar?
Bu kadar haksızlık olur mu?
Filmin yanlış kritiklerinden biri de, bol bol içki sofraları gösteriliyor, sanki sürekli içen zevk-i sefa âlemlerinde yaşayan biri olarak anlatıyor denmiş.
Gerçekten yazık…

Eğer bu Atatürk’ü savunmaksa, koruma altına almaksa, bizim Atatürk’e karşı olanlardan ne farkımız kaldı?
Atatürk içiyordu, evet zaten bu konu gizli değil. Filmde bu abartılarak anlatılmıyor. Taa ki son günlerinde günde bir büyük rakıya ulaşana kadar.
Orada da kendisini anlatıyor, kendi ifadesiyle notlardan verilmiş ‘Evet içiyorum, çünkü artık bu vücut bu kafayı taşımıyor, yıldım, belki unutmak için, belki uyuşmak için içiyorum’ diyor
Çok samimi, çok insani ve çok sade cümlelerle anlatıyor.

Yıllarını zorluklar içinde geçiren, savaşan bir milletin, kendisini umut olarak gördüğü, dünyaya karşı direnen birinden bahsediyoruz. Bugün bir memur bile emekli olduğunda depresyona giriyorken, Atatürk sadece Atatürk olduğu için mi böyle bir hakkı olamaz?
Ya da bundan bahis aşağılamak mıdır?
O da insandı, yaşayan, üzülen, kırılan, unutmaya çalışan, dünyayla savaşırken kılı kıpırdamayan ama belki de karanlıktan korkandı.
Olmaz mı, Atatürk’e yakışmaz mı?
Neden?
Bence filmin bu kadar olumsuz eleştiri almasının başka sebepleri var. Israrla çocukların izlemesini önleyin, gençleri uzak tutun denmesi, bana başka bir şeyi anlatıyor.
Film zaten sevdiğimiz Atamızı bir kere daha sevdiriyor. O’nun içtenliğini, sıcaklığını, hatta esprilerini görüyorsunuz. Bildiğimiz dehasına eklenenler, atama artıdır asla eksi değil. Zaten büyüktü, zaten dünyanın kâh nefretle kâh kıskançlıkla kâh saygıyla ama ille de zekâsıyla kabul ettiği bir liderdi ‘Mustafa’ filmiyle, bu sadece perçinlendi, içi daha da derinleşti.
Ben böyle bir lidere sahip olmaktan, Türk olmaktan onur duyduğum kadar onurluyum.
Ve…
Bu filme imzasını atan sevgili Can Dündar’a tüm yüreğimle teşekkürlerimi yolluyorum.
Son söz olarak, filmi objektif olarak değerlendiremeyen, ister Atatürkçü, ister Atatürk karşıtı olanlara da çok sevdiğim bir Tibet atasözünü hatırlatmak istiyorum.

Parmaklarım Ay’ı Gösterirken, Aptallar Parmaklarıma bakar…

7 Kasım 2008 Cuma

UÇURUMUN KIYISI

Can Dündar’ın ‘’Şeriat ve Gelişimi’’ yazısında verdiği anketi aynen naklediyorum, aslında ben şok olmadım sanırım okuyanlarda olmayacaktır…

Türkiye'de kaç okul var? -67 bin... Kaç hastane var? -1220... Kaç sağlık ocağı var: -6 bin 300... Peki kaç cami var? 85 bin... Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor. Peki, kaç kilise var? -270... Kaç cem evi var?-100.

Türkiye'de kaç doktor var? -77 bin.. Peki, kaç din görevlisi var? - 90 bin... Türkiye'de her 900 kişiye bir doktor düşerken, her 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor.
Eğitim-Sen'e göre Türkiye'nin 200 bin öğretmen açığı var. Türkiye'de kaç kütüphane var? - 1435... Almanya'da kaç kütüphane var? -11 bin...

Türkiye'nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var? -13... Kaç kentte kuran kursu var? -81...
Bu kursların toplam sayısı kaç? -3852... Türkiye'de 1 opera derneği var; 11 bale, 10 heykel, 18 resim, 18sinema, 38 tiyatro derneği var.

Peki, kaç tane 'cami yaptırma derneği' var? -35 bin... İçişleri Bakanlığı'nın bütçesi ne kadar? - 783 trilyon... Ulaştırma Bakanlığı'nın? -678 trilyon... Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın? -677 trilyon...
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın -632 trilyon... Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın? -280 trilyon.. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın? -249 trilyon...

Çevre ve Orman Bakanlığı'nın? -404 trilyon... Sadece Sünnileri temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi ne kadar? -1.3 katrilyon... 8 bakanlığın bütçesi kadar... 22 üniversitenin toplam bütçesine denk...

Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yıldan yıla büyümesine bakalım: 1997'de 66 trilyon. 1998'de 119... 1999'da 180... 2000'de270... 2001'de 302... 2002'de 553... 2003'te 771... 2004'te 1 katrilyon... 2005'te 1 katrilyon... 2006'da 1,3 katrilyon... 2007'de 2,7 katrilyon...


Şimdi ben bu anket sonuçlarını okuduğum zaman bir an nefes aldım ve düşündüm…
Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 camii düşüyor, asla fazladır demiyorum bu pay adil mi diyorum?
İnsanlar ibadetlerini evlerinde kendi kendilerine de yapabilir durumda aciliyet ya da zaruret yok ancak hastane öyle mi?
Türkiye'de kaç okul var? 67 bin... Kuran kursu toplam sayısı kaç? ? 3852... El insaf…
Eğitimde eksik olan ülkelerin çıtalarını yükseltme şansı nedir?
Düzeltmek için yıllardır uğraş verdiğimiz ekonomimizden başlasak bu zincir uzar gider ve bitişi hep aynı noktada olur eğitim…
Hiç birimiz dinimizi örselemek itelemek yok saymak düşüncesinde değiliz ancak realist olmak gereği var, bu sonuçlar hangimizin içini açar?
Bunları bu dille ifade ettiğimiz de hemen kılıçlar çekiliyor ya din düşmanı ilan ediliyoruz ya da ‘’Laik’’ olmakla…

Ben Laik milliyetçi dindar ülkesini seven bir vatandaş olarak adilce elimi vicdanıma koyarak diyorum ki;
Öğretmeni olmayan okulları, okulu olmayan köyleri, doktoru olmayan hastaneleri olan bir ülke de milyon hafız yetiştirseniz kazanç nedir?
Eğitimine ayırdığı bütçe diyanet işleri başkanlığına ayırdığı bütçe ile kıyaslandığında karşımıza bir uçurum çıkıyorsa bizler o uçurumun kıyısında oluruz…

Laik Türkiye’m Cumhuriyet bayramın kutlu olsun…

KURAN'I ANLAMAK

(Prof. Dr. Zeki Duman) nın ‘’on dört asırlık tefsir birikiminin kuran’ın anlaşılmasındaki olumsuz etkileri ‘’başlıklı yazısından bazı alıntılar yaptım kuranı anlamak adına okuduklarımı yorumladım.
Yazı hayli uzun ben içinden bazı paragrafları aldım, işte Prof. Dr. Zeki Dumanın açıkladığı ayetlerden bazıları ve yorumlarım…
‘’Kuran-ı Kerim’de, müminlerin, okudukları ayetler üzerinde durup düşünmelerini teşvik eden pek çok ayet vardır.[11] Allah bir ayetinde, okuduklarını anlamadan, tefekkür etmeden kuran okuyanları, akıllarına kilit vurulmuş kimseler olmakla itham etmiştir.’’
[12]
Buradan benim anladığım şudur aklını erdirerek oku anlayarak oku öğrenmek için oku bu kitap roman değil anla ki doğru yaşa diyor..
Tefekkür etmeden yani düşünmeden okuduğundan bir fayda görmeyeceğin hususunda uyarıyor.
‘’Kuran’ın aklı kullanmaya ve tefekküre teşvik eden ayetleri, vahyin ilk dönemlerinden itibaren Müslümanları, onun derin manasını anlamaya, üzerinde düşünmeye ve ihtiyaçlarına göre, ondan yeni yeni hükümler çıkarmaya teşvik etmiştir.’’

Yeni yeni hükümler… Şimdi burada bir nefeslik aralayalım konuyu, bu durumda kuranı anlayarak okumak ve aslını değiştirmeden gelişen zamana uyarlı rehberi doğru kullanmaktır, zaten istenen de budur bu ne olanı reddetmek anlamındadır ne de inkâr daha çok anlamak daha iyi anlatmak babında bir söylemdir.
Ve aklıma hemen bir soru geliyor neden Allah bu kuranı Arapça oku düşünmen önemli değil kutsal dil ile oku maksat okumandır o güzeldir anlamasan da olur dememiş.
Hayret!!Yine Kuran’da açıklandığına göre;

"Rahman’ın Kulları, kendilerine Rabb’larının ayetleri hatırlatıldığında, okudukları ayetler üzerine, sağır ve körler gibi kapanmazlar"[13]; ayetlerin, lafzının söylediğinden başka, söylemek istediği asıl manayı kavramaya çalışırlar; okuduklarını düşünür, kavrar ve etkisi altına girerler; okudukça iman bakımından artar ve Allah’a sıkı sıkıya güvenip bağlanırlar. Onlar, bu iman ve güven ile itaat ve ibadete devam ederler.[14]
Harika… okudukları ayete sağır ve körler gibi kapanmazlar.. okudukça Allaha sıkı sıkıya bağlanmak…
Neden aklıma bu kitap anlaşılmaz bir dil ile okutulmak zorunda bırakılınca kişinin Allah ile arasında ki bağda o sıkılık olmayacağı geliyor ve neden ben bu birilerinin işine yarar anlamazsan ayrıca korkarsın o zaman anlayanlar(!) yardım eder sana korku muskası yapar eline yazar elli milyon göbeğine yazar yüz elli milyon alır bu Pazar da başkadır diye düşünüyorum…
Daha fazla yorum yapmayacağım..

‘’Kur’an, yaklaşık olarak yirmi üç yıllık nüzul süreci içerisinde, insanların ihtiyaçlarına, olaylara ve zaman zaman sorulan sorulara bir cevap olmak üzere[15] ve dura dura okunmak maksadıyla,[16] bölüm bölüm indirilmiş yüce bir mesajdır’’[17] "Elbette Kur’an, kendiliğinden konuşacak değildir. O, gerekli ilmi donanımla mücehhez, ehliyetli ilim adamları tarafından zamanın ihtiyaçlarına göre, güncelleştirilip konuşturulmalıdır,"[20] Hz. Ali de aynı konuya işaret etmiştir.’’
Ehliyetli ilim adamları burası çok önemli…
Bu durumda akademisyenler birinci sırada yer almalılar ehliyet sahibi ilim adamları olarak.


Bakara-170:’’Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar:’ Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?’’

İşte Kuran’ın bugünü gören sözleri.. Aynı şeyleri tartışmıyor muyuz?
Bugün ilim adamları ayetleri yorumlarken pek çok insan bugüne kadar ibn bilmem kim yanlış mı yazdı imam bilmem kim efendi yalan mı söyledi sen en iyisini mi biliyorsun dini oyuncak mı edeceksin ne karıştırıp duruyorsun bilenler yazıp çizdi ne diye nifak çıkarıyorsun diye avazlarda değiller mi?
Hadi onlar doğru yolu bulamamış iseler diyor kuran bakın…

Ve en can alıcı sure fussilet suresi hep kuran Arapçadır o dil mübarektir başka türlü okunsa da ibadette olmaz Arapça okumadıysan hatim falan sayılmaz kendi diline çeviride zarar verirsin anlayamazsın diyenlere sesleniyor…

‘’Eğer biz Kuran-ı kerimi yabancı bir dilde okunan bir kitap kılsaydık. Diyeceklerdi ki, ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalıydı. Muhatapları Arap olduğu halde, Arapça olmayan bir kitap mı geldi.’’

Arapça inmesinin sebebini açıkça ifade ediyor yani dilin Arapça olması sadece o günkü koşullarda çoğunluğun Arap olması sebebiyledir eğer başka dille indirseydik bu kez de böyle söylerdiniz diye ayetle açıklamış.

Hep aynı şeyi savundum kuran içinde söylenmeyen söz yok yeter ki insan anlamak istesin yeter ki at gözlüğü ile bakmadan okusun yeter ki benim atalarım şeyhlerim şıhlarım demesin yeter ki sağır ve körler gibi ayetlerin üzerine kapanmasın…

Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış 'Selamünaleyküm ey pir i fani ...' 'Aleykümselâm ey serdar i cihan...' Padişah sormuş: 'Altılarda ne yaptın?''Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor...' Padişah gene sormuş: 'Geceleri kalkmadın mı?' 'Kalktık... Lakin. Ellere yaradı...' Padişah gülmüş 'Bir kaz göndersem yolar mısın?' 'Hem de ciyaklatmadan...' demiş ihtiyar Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönmüş: 'Ne konuştuğumuzu anladın mı?''Hayır padişahım...' Padişah sinirlenmiş 'Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.' Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor. 'Ne konuştunuz siz padişahla...'Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş: 'Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.' Baş vezir, yüz altın vermiş.'Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu? 'Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.' Vezir kafasını kaşımış 'Peki,altılara altı katmayınca,otuz ikiye yetmiyor ne demek?...' Adam bu soruya cevap vermek içinde bir yüz altın daha almış 'Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim. Vezir bir soru daha sormuş... 'geceleri kalkmadın mı ne demek?' Adam bir yüz altın daha almış. 'Çocukların yok mu diye sordu. Var ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim...' Vezir gene kafasını sallamış. 'Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...' Adam gülmüş 'Onu da sen bul...'

Bilmediğimiz dilde konuşulanları anlayamayız ve vezirin halini yaşarız ciyaklatmadan yolunmak tabirini bize uyarlamasınlar buna izin vermeyelim…

28 Eylül 2008 Pazar

BAYRAMLARI BEKLEYENLER



Beklediğimiz bir bayram var, milletçe özel kabul ettiğimiz birlik bütünlük ifade eden dini bir bayram.
Ama ben hep bayramların bir yanının hüzün olduğunu görürüm, kaybettiğimiz sevdiklerimizi ziyaret ettiğimiz, bazen de terk edilmişliğimizi en çok hissettiğimiz gündür bayramlar sanki...
Şimdi nerede o eski bayramlar demeyeceğim, çünkü eskiden de çok farklı değildi, anne babasını unutmuş evlatlar, evlatlarını terk etmiş anne babalar o zamanda vardı bu gün de var.

Huzur evlerinde ki yaşlılar bayramlarda daha çok ağlıyor, kimsesiz çocuklar bayramlarda daha bir boyunları bükük, bir yanda çocuklarını terk etmiş ebeveynler, bir yanda çocukların terk ettiği anne babalar...
Sebepsiz kuş uçmaz, bu insanların da çok geçerli sebepleri olduğuna inanmak istiyorum, hepimizin yüreğini acıtan, neşemizi kıran bu büyük sebebi anlamaya çalışıyorum.
En sevdiklerimizi yok saydıran, ya canlarından parça ya canımızdan parça olan bu insanları bize unutturan hangi sebeplerdir...?

Taş kale bile erir, her birinin içinde hala dipdiri duran hala kırılmışlıklarını örten kocaman sevgileri var, hala içindeki belkileri ölmemiş, onlar bu kadar umutluyken hangi sebep bir bayramda bile kucaklaşmayı, hatırlamayı engeller?
Bu sevgiye yapılan yatırımın çöküşümüdür?

Ben hiçbir anne babanın evladını sigorta olarak gördüğüne inanmıyorum, ona şefkatle sarılırken yarın hesabı yapmıyordu ama kapının dışında kalabileceğine de ihtimal verdiğini sanmıyorum.
Bu varlık içinde yokluk yaşamayı çözemedim affedin...
Anne babası yok diye gözlerden dökülen damla damla sevgiyi görüyor musunuz, varken yokmuş gibi davranabilmeyi hangi duygularımızla başarabiliriz?
Belki evimizde yaşamasına izin vereceğimiz büyüğümüz huysuz, hırçın ya da hastadır, biz onu tahammül edilmez mi buluyoruz?
Neden...?
Lütfen gözlerimizi kapatıp bir an çocuk olalım, ne kadar çok hasta olduk ne kadar hırçın ne kadar huysuzduk hatırladınız mı?
Tek fark biz o zaman çocuktuk şimdi onlar yaşlı, bize şefkatle dolanan kollar bu kollar, değişen sadece birazcık buruşmuşlar yine o kadar sevgi dolular ki...

Bir şeye gönülden inanıyorum, şartlar ne olursa olsun hangi sebepten bunu yaşıyor olursak olalım, içimizde bir yer hep acıyacaktır, şu anda ayrı olduklarımızdan büsbütün ayrı olduğumuza inanmıyorum, inanıyorum ki annenizin çok sevdiği bir yemeği yerken zor yutkunuyorsunuz, inanıyorum ki babanızın ya da çocuğunuzun çok hoşlandıgı bir şeye dokunurken yüreginiz nemleniyor.
Beklentiler çok fazla değil, bir zerre sevgiye takas bir ömür, hiç bir neden bizi bu zevkten mahrum etmemeli.
Hepimiz geçen zamanla beraber yaşlanıyoruz, ne çocuk ne de genç kalabilme şansımız var, bu gün görmek istemediğimiz o yer yarın varacağımız durak, ben o durakta bizi bekleyen olsun istiyorum hep, onun için de o durağa gelene kadar hiç yaşlanacağımı unutmayacağım.

Ne sağlığımız ne paramız elimizde baki kalacak belki öyle bir zamana erişeceğiz ki paramızda çok fazla işe yaramayacak. Paramız kadar sevgimizi biriktirebilirsek ve de sunabilirsek hayatımızın hiç bir devresinde yüreğimizde bu sinsi acıyı hissetmeyeceğiz, hiç kimse üzülmeyecek, gözler yollarda beklemeyecek, çok zor değil bu, en kolay şey sevgiyi pay etmek, saklamaktan yok saymaktan çok daha kolay...

Biz sığamadığımız dünyayı yüreğimize sığdıracak kadar büyük yürekliyiz, diyelim ki geri dönüşü olmayan bir yatırım yaptık, hiç karımız olmayacak, rant sadece muhabbetle bakan bir çift göz olsa bile buna deger…
Ben kendi adıma bir şey söylemek istiyorum, anam ve babam benim dünyada olmama vesile olan iki varlık, hiç borcum yok diyebilir miyim?
Sadece bu sebepten dolayı bile onlara ömrümü hediye ederim...
Kimsesizliğe ağlamasın gözler, kimsesiz değilken kimsesiz yaşamasınlar, hüzün olmasın bayramlar.
Tabii bir de bayramı bütün yaşayanlarımız var, aslında onlara her gün ayrı bir bayram, çünkü gönüller bir, gönüller şen, ellerini öptükleri ninelerinden aldığı hayır duaları, sarılabildikleri yakınları ile zenginler, gerçek bayram bu, tarihin günün çok da önemli olmadığı gerçek bayram...
Sevgilerimizi paylaştığımız, unutmadan sevdiklerimizle yaşadığımız gönül bayramlarımız, ne kadar güzel ne kadar coşkulu onlar...

Hep aynı şeylere dua ederiz, elden ayaktan düşmeden kimseye muhtaç olmadan hayatımızın sonuna ulaşmak için, bu yaşlandıkça daha bir çogalır, çünkü ne olursa olsun biliriz insan eti ağırdır, bakılmak, kendi işini görememek hepimizi incitir.
Fakat hayatın bir gerçeği de bu, gençlik kadar yaşlanmakta yaşayacağımız bir zaman dilimi, o zamana kadar ömrünü çocuklarıyla paylaşan ve sadece yaşlandıkları için istenmediğini anlayan büyüklerimizin yaşadıklarını anlayabilmek yaşlanmayı gerektirmiyor...
Yıllar önce İzmir’e tatile gitmiştim, yolda bir yerde durup dinlenmek istedim burası bir mesire yeriydi, biraz sonra büyük bir otobüs geldi, içinden inenler hep yaşlıydı.
Merakıma yenildim ve kim olduklarını öğrenmek için yanlarına gittim, İzmir’in özel bir huzur evi sakinleriymiş...

Hatırlarını sordum, yaşı 70 civarı bir hanım anlattı, aslında İstanbul da yaşadığını altı oğlu olduğunu söyledi.
Hepsinin iyi birer meslek edindiğini ve Allahın yardımıyla hepsini büyüttüğünü ifade etti.
Kendisi çok küçük yaşta evlenmiş 34 yaşında eşini kaybetmiş ve altı çocukla kalmış hayatta, dikiş diktim nakış yaptım ama çocuklarımı okuttum hiç mağdur etmedim derken yüreğinde bir yer kanıyordu sanki.
Tek başına altı çocuğunu büyüten bu hanımefendi altı evladının yanında kendine yer bulamamış, inanamadım…
Neden İzmir’desiniz dedim, çünkü çocuklarım çevrelerinden alacakları tepkiden mahcup olurlar üzülürler diye düşündüm, burası uzak annem İzmir’e yerleşti derler sorun olmaz.

Mahcup olurlar...
Keşke siz değil de onlar bu kadar duyarlı olsaydı, ama üzülmeyin, hiç üzülmeyin.
Hissettiklerimle söylediklerim çok tezattı onu teselli etmek isterken kendim kahroldum.
Gönlümde uyuyanları söyledim, ananelerimiz törelerimiz değerlerimiz avucumuzdan kayıp gitmesin istiyorum, istiyorum ki biz yaşadığımız toplumda sevgiyle çoğalalım, soframıza bir kaşık daha ilave edersek ve bu bizim canımız içinse, yediğimizden eksilmez, tam tersi bereket onun kaşığının ucundadır...
Dilegim sonraki bayramlarda bu dünyadan göç edenlerimize damlasın gözyaşlarımız, yürek göçümüze artık ağlamayalım...
Hepinizin bayramı güzel olsun, sevgiyle.

5 Eylül 2008 Cuma

OLMADI...



Belki her birimizi biraz şaşkınlığa düşürecek biraz daha acabalara sürükleyecek veya kendimize yine başa mı döndük sorusunu sorduracak bir açıklama yapmış prof. Atay ben okudum ve paylaşıma sundum……

Prof. Atay, "Düzeltilmesi gereken fıkıh hükümleri" başlığında 46 madde sayıyor. İşte bunlardan bazıları: "Boşanma erkeğin elinde değildir, mahkeme iledir. Kadının da boşanma hakkı vardır, mahkeme iledir. Kuran'da kadını dövme yoktur. Kuran'da miraç olayı yoktur. Kuran'da kadere iman yoktur. Kuran'da erkek kadından daha erdemli değildir. Kuran'da şefaat yoktur. Kuran'da kadınların çalıştıkları kendilerinindir. Kuran'da boşanmanın tek nedeni geçimsizliktir. Kuran'da idare sistemi 'şûra'dır. Farz namazların kazası yok, tövbesi vardır. Kadınların başı açık, Kuran okumaları, namaz kılmaları caizdir.

Başı örtmek, namazla ilgili değildir. Hz İsa ölmüştür, tekrar gelmeyecektir. İslamda mehdi inancı yoktur. İslam inancında deccal yoktur, ama her ulusu düşüren, fasık, facir, deccaller zaman zaman çıkabilir. Kadınlar eğe kemiğinden yaratılmamışlardır. Kuran'da eşcinselliğin hükmü bulunmamaktadır. Gusülde ağza, burna su vermek gerekmez. Oruç'ta kefaret yoktur.

Kuran'da İslam ve iman ayrıdır. Tövbe kefaretten daha büyük cezadır. İslam'ın din bilgisi kaynağı akıl ve Kuran'dır. İslamın şartı beş değildir, Kuran'ın bütün emirleri İslamın şartıdır. Kuran'a gidip fıkhın, tasavvufun, kelamın, hüküm ve kurallarını gözden geçirip değiştirmenin temel kuralı şudur: Günümüzün şartlarına göre ayetleri insanın, toplumun, yararına göre yorumlamaktır. Kuran'ın amacı insanın yararıdır."
Allah'ın elçisi dışında; -kim olursa olsun- herhangi bir kişinin; Her Sözünün "Mutlaka Doğru ve İslam'a ait" olarak kabulü; Şirke girmektir. Ve bu "İslam'da Yoktur" dediğimiz [Ruhbanlığın] ta kendisidir.

And olsun ki Kuran'ı, öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur? (54/17 22 32 40)Aynı ayet; bu Sure içinde Dört kez tekrarlanır.Ve Sanırım bunun tek şartı: "Mezhep, Şeyh .... Ne diyor, Nasıl yorumlamış" düşüncesini / gözlüğünü bırakarak; Sadece "Yaratan Ne Diyor" duygusu ile; "Düşüne-Düşüne" okumaktır. (imamhatip.com)

Evet, prof. Atay böyle demiş, aslında fıkıh hükümleri başlığı altında sıraladıkları 46 madde hepsini veremedim yazı gereğinden fazla uzayacak diye.

Özellikle söylediği bir cümle üzerinde takılı kaldım. ‘’Allah'ın elçisi dışında; -kim olursa olsun- herhangi bir kişinin; Her Sözünün "Mutlaka Doğru ve İslam'a ait" olarak kabulü; Şirke girmektir. Ve bu "İslam'da Yoktur" dediğimiz [Ruhbanlığın] ta kendisidir.’’

Peki, bu sözden yola çıkarak Allahın elçisinin dışında söylenenleri külliyen reddeceksek buna prof. Atalay’da dâhildir, o zaman biz Arapçayı da kendi kendimize çeviremiyorsak yani çevirene itibar etme durumumuz söz konu ise hangisine inanalım?

Kendimi anlamaya başladığımdan bu yana din adına bildiklerimi neredeyse kökünden sallayan bu fıkıh hükümleri bana neyi düşündürmeli?
Bugüne değin yaptıklarımız toptan yanlış mıydı ya da bugünden sonra bu hükümler ışığında doğruya mı erişeceğiz?
EĞER TÜRKÇE İBADET ETSEYDİK yazımda özellikle vurgulamaya çalıştığım dinimizi anlamak yine karşımıza çıkıyor…

Akademisyenleri, araştıran meseleyi en ince detayına kadar inceleyen insanlar olarak değerlendirdiğimiz de evet onlar daha doğru neticeye ulaşmışlardır sonuç olarak bu bilgi kulaktan dolma değildir diyoruz.

Tam bu noktada başka bir pencere açılıyor, Hulki Cevizoğlu akşam gazetesinde bir köşe yazısında diyor ki;
‘’Bu eleştirimiz özellikle din alanındaki kimi profesörlere.Örneğin, yıllarca sular seller gibi ezberlemiş olmaları gereken Kur'an'ı Kerim'den bir ayet soruyorsunuz. 'Böyle bir ayet var mı, yok mu bilmiyorum' diyor, Siz 'Kuran’da yazılanı' soruyorsunuz o size 'kendi fikrini' yutturmaya çalışıyor.'Acaba bazı din bilginleri ateist olabilir mi?'Nerden çıktı, derseniz yukarıdaki açıklamalar böyle bir soruyu akla getiriyor.’’ Diye eklemiş Cevizoğlu.

Hadi buyurun bakalım…
Eğer bu varsayımı kabul edersek kimin ateist olduğunu nasıl anlayacağız sonuç itibari ile bu insanlar bunun eğitimini almış dilini gayet iyi kullanan hatipler.
Diğer yandan bırakalım akademisyenleri şeyhler şıhlar ne diyor desek o tarafta bin ayrı ses bin ayrı şey söylüyor…

Yine prof. Atay’ın başka bir açıklaması;

"Değiştirmek değil düzeltmek, ıslah etmek, yararlı bir iş yapmaktır. Reform ve içtihat yapmak, kayıtsız ve şartsız düşünmekle olur. Kötü yönde değiştirmeye ve bozmaya reform denmez; ona deform denir. İslamda reform yapmaya içtihat denir. Bundan dolayı her müçtehit reformcudur."

Konunun iyice anlaşılmasına yardımcı olmak amacıyla bazı kelimelerin Türkçe karşılıklarını yazayım.
Müçtehit; Kuran’ın sırlarını hakkıyla bilen, içtihat yapabilen, İslâmî ilimlerin bütün hükümlerinde otorite olan her fıkıh bilginidir.
İçtihat; Yasada veya örf ve âdet hukukunda uygulanacak kuralın açıkça ve tereddütsüz olarak bulunmadığı konularda, yargıcın veya hukukçunun düşüncelerinden doğan sonuç.
Yani şunu anlıyoruz ‘’düşüncelerden doğan sonuç’’.
İçtihat’ın kelime anlamı, anlayış, görüş, kavrayış ya da özel görüş, bu durumda içtihat tereddüde mahal vermeyecek mi olmalı veya oluyor mu?
Pek çok din adamının akademisyenin ulemanın bir araya gelip tek bir ayeti yorumlarında bile kendi içlerinde bağdaşmazlıklar varken bizler hangisine itibar edelim?

Hiçbir şeye körü körüne inanmaktan yana olmadım hep araştırdım hep anlamaya çalıştım kendi bildiklerimden hep şüphede oldum ki bu emniyet gözümü kapar dahasını öğrenemem beni bağnazlaştırır düşüncesinden hareket ettim.
Ancak gördüğüm bir şey var herkes bildiğini söylüyor herkes anladığını ve herkes ben doğruyum diyor.
Kimisi ben hocamdan öğrendim kimi ben bunun tahsilini yaptım kimi atalarım yanlış mı yaptı diye savunuyor…

Sadece kadının başörtüsü konusunda bile çıkan infial ne kadar dar boğazda olduğumuza göstergedir ve o kadar ayrı uçlar o kadar farklı şeyler söylüyor ki bir an durup neler oluyor diyoruz…
Bu ayetler kişilere gelmediğine göre, tercüme hep aynı ayet hakkında yapılıyor peki nasıl oluyor da biri kadın sımsıkı örtünecek derken diğeri yok böyle bir şey diyebiliyor?
Nasıl oluyor da biri kadın regl döneminde namaz kılamaz oruç tutamaz kuran okuyamaz gibi kesin hükümler bildirirken bir başka din adamı külliyen yanlış bu durumda kadın bu ibadetlerden yasaklı değildir diyebiliyor?
Bütün bunların yaşanmaması için bütün bunları en baştan öğrenmek adına yapamadığımız yaptırılmayan TÜRKÇE İBADET bize bu şekilde geri döndü.
Eğer bugüne kadar okuduğumuzu anlayarak söylediğimizi bilerek ibadetlerimizi yapsaydık bu kargaşanın içinde olmayacaktık.
Hala acabalar içinde kim doğru söylüyoru aşmış bizlerde gerçeği anlayan olacaktık.
Olmadı…….

12 Ağustos 2008 Salı

ALMAN USULÜ


Bizim zamanımızda diye başlamaktan nefret ediyorum ama yine bu cümleyi kurmak zorunda kaldım..
Efendim bizim zamanımızda (bu tarih miladi değildir özellikle belirtmek istiyorum) eğer bir genç kız genç bir erkekle flört ediyorsa erkeğin ekonomik gücü her ne olursa olsun hesabı o öderdi.
İşin maddi kısmı tamamen erkeğe endeksli olduğu için kız bu konuyla hiç alakadar değildi.

Biraz kendi kültürümüzle bağdaşan bu durumu biz o kadar benimsemiştik ki aksi bir davranış hakaret algılanır hem erkeğin hem kızın onuru zedelenirdi.
‘’Erkek adamın yanında hesap ödenmez’’ felsefesi ile vaka izzetinefis vakası olmuş, aslında pek de iyi olmuştu.
İşte bugün ne değişti de erkekler tam hesap sırasında birden ya acil telefon görüşmesi için masadan uzaklaşırlar veya başka bir sebeple ortadan yok oluverirler.

Azıcık gençlerle yaptığım mütalaada aldığım son cevap şuydu.
Biz buna kapitalizm diyoruz…
Bu kapitalizm benim bildiğim anlamda değildi onu anladım da acaba onlar bunu nasıl kaydırmışlardı merak ettim.
Onların Kapitalizm anlayışları; kişisel kârlılığa dayanan erkekler arası örgütlenme şekliymişşş…

Aslına bakacak olursanız bizim zamanımızdan bu zamana adımlarken başka bir isim bulmuştuk bu ‘’kapitalizme’’alman usulü diye ama o biraz daha yumuşaktı, hiç değilse orada herkes yediğini ödüyordu.
Kaldı ki o bile bize ilk zamanlar zül gelmişti.
Tabii bugün eskisi gibi kimse muhallebiciye gitmiyor bir parkta el ele otursak yeter de demiyor orta köyde bir kahve içse veya bir kumpir yese bütçesi delinecek e koca gün hepsi bu kadarla da kalmayacak daha gidilecek bir sürü yer var…
Ödese bin dert ödemese bir dert.


Şimdi yine eskiyle kıyaslarsak kızlarımız da kazanan konumda olması sebebiyle erkekler bu anlamda biraz daha cesaretlenmiş.
Hani diyorlar, hep eşitlik derdiniz ya buyurun eşitlik…
Tamamda eşitlik de yarı yarıya olmaz mı yahu el insaf deyin hiç değilse hesaba ortaklık edin dedim geçmişteki faturalarla takas edin dediler.
Ne bileyim dedim ya sanırım ben gibi dinozorların pek kabul edeceği bir yöntem değil ama gençler arasında kabul görmüş bile.


Pekiii iyi mi olmuş, vallahi biz yaptık oldu diyene ne denir hayrını görün derim.
Ama bir tavsiye de bulunabilirim, eğer bir gün kızlar da kendilerince bu sisteme bir isim vermek isterlerse ve buna da ‘’monarşizm’’ derlerse o zaman sakının işiniz zor olur.
Benden söylemesi…

4 Ağustos 2008 Pazartesi

BAŞLARIM BÖYLE SEVGİYE!!!


(‘’Seviyorum’’ demenin kolay olduğu yerde…)
Belki bu söz gerçek anlamını kaybetti belki de sevmek esası nedir bizler unuttuk, ancak her birimizin diline dolanan sevgi bugün gerçek hezimetini yaşıyor…

Dilimizle yüreğimiz arasında ki bağ mı koptu dilimize geleni söyleyip geçer mi olduk bilmiyorum ama bildiğim tek şey var ki menfaatlerin çakıştığı yerde duygular değişim yaşıyorsa onun adı ‘’sevgi’’ değil…
Bizler sevmiyoruz sevmiş gibi yapıyoruz.

Oysa biz milletçe bu duygumuza sıkı sıkı sarılan sahiplenen, vatanı için toprağı için yari için yareni için hayatını yok sayacak kadar yürekliydik, ne oldu da kaybettik?
Ülkemin toprakları satılıyor vatan ‘’sevgisi’’ için!
Eğreti binaların içinde adına eğitim dedikleri kurslarda 17 minik canı toprağa verdik Allah ‘’sevgisi’’ için!
Bir ucundan ateşe verilen ormanlarımız alev alev yanan ciğerlerimiz, yüreklerimiz, hangi zalimin sadist ‘sevgi’sine teslim!!
Sevginin adı mı değişti?

Gelin yürekli olun gelin dürüst olun ve deyin ki;
Biz almayı din ve sevgi saydık var olan şerefim(!) üzerine yemin ederim ki, kendi çıkarlarımın önüne geçen her şeyi yakar yıkarım.
Deyin ki;
Menfaatlerimi kollamak adına birime bin katmak adına bu keseri hep kendi adıma yontmak adına şahsım dışında hiçbir menfaat gözetmeyeceğime ant içerim...
Haydi deyin!

Nasılsa allahsızsınız kitapsızlar nasılsa arsızdır o diliniz siz bin kere tövbe eder bozarsınınız da adına da ALLAH ‘’sevgisi’’ dersiniz nasılsa.
Siz dersiniz sizler dersiniz de o olmayan vicdanınız ne der?
Hiç değil mi?
Yaptığınız her şey sevgi adınayken vicdan ne desin, hiç…
Biz sizden vazgeçtik bıraktık deveyi hamutuyla yutun, yıldı gönlümüz gerçekten usandık, her şeyi talan ettiniz hiç değilse elleşmeyin de şu bizim bildiğimiz anlamında kalsın sevgi…
Olmaz mı?
YOKSA BEN BAŞLARIM BÖYLE SEVGİYE!!!

Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler. Tek yaşamşansı, beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük oğlan aynıhastalıktan mucizevî bir şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden antikorlar oluşmuştu. Doktor Nat durumu beş yaşındakioğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. Küçük çocuk bir anduraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve "Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı" dedi. Kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu.Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü de giderek soluyordu...Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu : "Hemen mi öleceğim ?"Ufaklık, doktoru yanlış anlamıştı, ablasına vücudundaki bütün kanı verip, öleceğini düşünüyordu…

Kaçınız şu ‘’ufaklık’ kadar yürekli oldunuz kaçınız böylesine hakkını verdi sevmenin, hiç tattınız mı ömrünüzce böyle sevmeyi?
Bilmem ki…

9 Temmuz 2008 Çarşamba

AÇALIM ŞU ÇAKRALARI


Chakra ( Çakra Veya Şakra ) Enerji Girdabı Anlamına Gelir. Vücudumuzda Bulunan Çakraların Sayısı Beş, Altı, Yedi, Sekiz Veya Dokuz Olarak İfade Eden Uzmanlar Ve Kaynaklar Mevcuttur. Genel Olarak Yedi Temel ( Birincil ) Çakra 21 Küçük ( İkincil ) Çakraya Bağlıdır. Tıbbi Anlamda Çakraları Kabaca İfade Edersek; Sinirlerin Birleştiği Noktalar, Sinir Merkezi Denilebilir.

1.Kök Çakrası: Varlığın Sürdürülmesine İlişkin Fiziksel Kimlik.
Omuriliğin Alt Ucunda Yer Alır Elementi Topraktır, Renk Kırmızı
2. Dalak Çakrası: Kişiliği Yücelten Duygusal Kimlik
Karın Bölgesinin Alt Kısmında Yer Alır, Elementi Su Renk Turuncu
3. Güneş Sinirağı Çakrası: Kişiliği Tanımlamaya İlişkin Ego Kimliği.
Güç Çakrası Olarak Da Bilinen Üçüncü Çakra, Solar Plexus Denen Bölgede Yer Alır Elemnti Ateş Renk Sarı.
4. Kalp Çakrası: Kişisel Kabul Haline Yönelik Sosyal Kimlik
Çakra Sisteminin Tam Ortasında Yer Alan Kalp Çakrası, Sevgi Merkezidir. Renk Yeşil
5. Gırtlak Çakrası: Kişisel İfadeye Yönelik Yaratıcı Kimlik.
Gırtlak Bölgesinde Yer Alır. İfade Ve Sanatsal Yaratıcılık Merkezidir. Bağlantılı Olduğu Element "Ses" Renk Açık Mavi.
6. Alın Çakrası: Kişisel Yansımaya Yönelik Arşetip Kimlik
Aynı Zamanda "Üçüncü Göz Çakrası" Olarak Da Bilinen Bu Çakra, İki Kaşın Ortasında Yer Alır, Renk Çivit Mavi.
7. Tepe Çakrası: Kişisel Bilince Yönelik Evrensel Kimlik
Taç Çakra Olarak Da Bilinen Bu Çakra, Saf Farkındalık Olarak Bilinen Bilinç Seviyesine Karşı Gelir. Bağlantılı Olduğu Element "Düşünce" Renk Mor.


Renklerin Tedavi Edici Özellikleri Psikolog İbrahimoğlu, Renklerin Tedavi Edici Özellikleriyle İlgili Olarak Şunları Kaydetti: Kırmızı-Hayat Enerjisi: Kırmızı, Kan Dolaşımına Ve Kansızlık Hastalıklarına Yardımcı Olur.


Kırmızı Rengin Fiziki Etkileri Özellikle Şunlardır:


Soğuk Algınlığı, Bronşit, Romatizma Ağrıları, Titreme Ve Soğuk Hissi, Kansızlık, Denge Bozukluğu. Kırmızı Renk, Tansiyon Hastalarına, Sinirli Ve Histerik Rahatsızlıklarda Şiddetli Ateşi Olan Kimselerde Uygulanmaz.

Turuncu-Depresyona Etkili: Yorgunluğa, Halsizliğe, Uykusuzluğa, Korkuya, Depresyona Karşı Etkilidir Ve Eterik Bedenimizi Takviye Eder. Bunlardan Başka Astıma, Bronşite, Anne Sütünün Çoğalmasına, Bağırsaklara, Özellikle Kabızlığa Çok İyi Gelir.


Sarı-Baş Ağrılarına İyi Geliyor: Mide Bozukluklarına, Diyabete, Kabızlığa, Böbrek Rahatsızlığına, Gazlara, Karaciğer Zayıflığına, Baş Ağrılarına Ve Migrene Etkilidir. Aynı Zamanda Sindirim Sistemini Güçlendirir Ve Güneş Sinir Ağı Şakrasını Dengeler. Bu Renkten, Aşırı Kalp Atışı Ve Ruhi Anksiyetesi Olanlar, Alkolikler Ve Ödemli Hastalar Faydalanamaz.


Yeşil-Psikolojiyi Düzeltiyor: Psikolojik Problemlerin Giderilmesinde Çok Önemli Rolü Vardır. Uykusuzluklara, Aşırı Heyecanlara, Bel Ağrılarına, Yüksek Tansiyona, Alkol Bağımlılıklarından Doğan Asabiliklere, Aynı Zamanda Mide, Akciğer, Rahim, Göğüs Ve Kalın Bağırsak Kanserindeki İlerlemeleri Durdurur Ve Ağrılarını Sakinleştirir.


Mavi-Şifanın Rengi: Vücudun Savunma Sisteminin Gücünü Arttırır Ve Bütün Hastalıklarda Şifa Verici Özelliği Vardır. Bu Renk, Sinir Sistemini Sakinleştirir. Bedenin Hararetini Azaltır Ve Algılamayı Çoğaltır. Baş Ağrılarında, Sinire Bağlı Öksürüklerde, Boğaz Ağrılarında, Astımda, Guatrda, Diş Ağrılarında, Deri Rahatsızlıklarında Ve Uykusuzlukta Etkilidir. Soğuk Algınlıklarında, Cinsel İsteksizliklerde Ve Felçte Yasaktır. Bu Rengin Uzun Kullanımları Kabızlığa Ve Yorgunluğa Sebep Olabilir.


Civit Mavi (Lacivert)-Anestezi Etkisine Sahip: Bu Renk, Aktif Renktir Ve Anestezi Etkisi Vardır. Diş Ağrılarında, Yüz Kaslarındaki Ve Sinüzitteki Ağrılarda, Siyatik Ve Romatizma, Kulak Ve Göz Problemlerinde Etkilidir. Bu Renk 5 Duyuyu Tahrik Etme Gücüne Sahiptir. Mor Veya Menekşe-Kalbin Rengi: Mor Rengi, Sinir Sistemine, Halsizlik, Psikolojik Ve Duygusal Yorgunluklarda En Uygun Renktir. Kalbi Sakinleştirir, Kanı Temizler. Aynı Zamanda Korkunun Ve Kaygının Azalmasında Önemli Etkisi Vardır. Bu Renk Katarakt, Siyatik Ağrıları, Menenjit, Sinire Bağlı Baş Ağrıları, Mesane Rahatsızlıkları....

Hadi o zaman açalım şu çakraları…

29 Haziran 2008 Pazar

DÜN BUGÜN


Bizim zamanımızda diye başlayan her cümle de aslında serzeniş vardır , geride kalan her şeye özlemdir, aslında bugüne biraz sitemdir.
Mutlak geçen zaman içinde hayıflarımız hatalarımız oldu ama nedense maziden hatırımızda kalan hep güzel anılardır, belki onları hafızamıza nakşederiz belki bugün yok olanları orda anarız bilmiyorum fakat her birimizin diline gelen hey gidi günler hey cümlesi içimizde biraz hüzün yaratmaz mı?
İlerleyen zamanla eskiyen insan yenilenen teknolojiyle adapte zorluğu çekiyor desek görünen tablo pek öyle değil bana biraz yiten değerlere hayıflanma gibi geliyor, kendi zamanında aldığı evlenme teklifi,
İzdivac’ ınıza Talibim “Gayemiz aciz haneyi taciz etmek değil, bilakis şu efkarı umumiye de bir aile bacası tüttürebilmektir. Cevabınız nispetinde kalp-i harabemi tamir edeceğinizi umduğumdan dest-i izdivacınıza talibim efendim.” Olan biri belki kızının anne evleniyorum arkadaşım bana hadi evlenelim dedi demesine sitemde oluyor.

Eskiden Bayramlar da çoluk çocuk bir arada olup küçükler büyükleri ziyaret eder büyükler şık mendiller içine yerleştirdiği harçlıkları hediye ederlerdi, birlikte yapılan kahvaltılar yenen yemekler edilen sohbetler evin için de gerçek bir bayram havası estirirdi.
Belki bugün bayramın tatil olarak değerlendirilip herkesin bir yana savrulmasına üzülüyor insan.
Camdan cama yaşanan aşklar dokunmadan büyüyen sevdalar vardı, seni seviyorum demek hiç bu kadar kolay değildi aşk gerçekten aşka benziyordu hilafsızca yaşanan sevgi selleriydi, oysa bugün merhabadan sonra ikinci kelime nerdeyse nasılsın aşkım oldu, kim bilir buydu belki can yakan…
Anne babasının izni olmadan evlenmeye kendi rızası da olmayan bir nesil şimdilerde ön evlilik yapan gençlere bakarak ağlıyor belki de…
Kokulu zarflarla yolladığı mektupların yerini alan cep telefonu mesajları yada
E-mailler ruhunu okşamıyor, kolaylık diyor içinden büyük kolaylık ama, işte ama…
Gerçek dostum dediği insanların belki sayısı azdı ama dosttu onlar, her şeyini paylaşabileceği sırlarına ortak neşesine derdine ortak düştüğü yerde el veren dostlarına bakarak, bugün menfaat ve çıkarlar üzerine yapılanan sözde dostluklaradır gözyaşı.

Komşulukları akrabalıktan öte olan o zamanlara, olanın olmayana el verdiği her türlü ihtiyaçlarında birbirlerine destek olunduğu aynı mahalle sakinlerinin komşuluk anlayışını hatırlarken, bugün aynı site içinde barınan insanların birbirini tanımadan yaşamasına kahırdır geçmişi hatırlamak kim bilir.

Sokakta cıvıldayan çocuk seslerinin azalması oyuncakların da değiştiğini hatırlatır ona kendi bez bebeklerini makaradan yapılan tahta arabasını düşünürken torununun bilgisayarda eğlendiğini görmek o kadar da çabuk kabulleneceği değişim değildir işte.
Tüm ailenin bir araya toplanıp radyo piyeslerini dinledikleri gecelerde ne kadar heyecan duyduğu gelir aklına hele kışsa mevsim sokaktan geçen bozacıdan aldıkları bozanın tadını damağında hisseder bir an.
Şimdiyse her odaya yerleşen bir televizyonla herkes kendi havasındadır, kendi hayatını yaşamak derler adına… nasıl yaşamaksa.

Evet, paylaştığımız keyifler sahip olduğumuz değerler yok oldukça her birimiz kendi köşemizde kalmaya karar verdik birbirimizden uzak kalabalıklar içinde yapayalnız yaşamak oldu bu, demek istediğim yine radyoda piyesleri dinleyelim yine arabalarımızı makaradan bebeklerimizi bezden yapalım değil, sadece eğer aynı dünyayı paylaşıyorsak kültürümüz aynıysa üstüne üstlük bir de aileysek biraz düşünme zamanıdır.
İnsan maziyi hatırlamaya başlıyorsa yaşlanıyor demektir o halde yaşlanana sen ayrı kuşaksın senle anlaşamayız demek yerine daha mutedil yaklaşarak geçmişte edindiği deneyimlerden güzelliklerden paylaşabiliriz olmaz mı?
Olur…hem de çok güzel olur bizi bugün zenginleştiren aslında dündür dünden öğrendik bugüne geldik o halde bizden evvel öğrenene itibarsızlık niye?
Bugün kocaman evlerimizde yanımızda barındıramadığımız bize ihtiyaçları olan ana babalarımızı modern dünyanın huzur evlerine teslim ederken şartlar bunu gerektiriyor demek vicdan rahatsızlığının önüne geçemiyordur eminim.
Yaşadığımız bugün dünde kalacak ve biz onları anarken ağlamayalım tıpkı bizden önce yaşayanlar gibi güzellikleri hatırlayalım mazide geçmişin hüznü olsun sadece, yıktıklarımızın altında ezilmeden anlatacağımız hatıralarımız olsun, bizler de hey gidi günler hey derken sadece serzeniş zamana olsun kocaman kocaman hatalar yapmayalım ki torunlarımıza anlatacağımız güzel hikayelerimiz olsun…

20 Haziran 2008 Cuma

FEMİNİZM


Bu gün feminizm ve taraflarından bahsetmek istiyorum, hem biraz konu hakkında fikir edinmiş oluruz hem de seçilecek bir yolsa tercih ederiz neden olmasın.
Geçen hafta bir kanalda tartışma programı var, bayan bir yazarımız sürekli bağırıyor karşısında da gazeteci bir beyefendi, tamam dedim fırsat bu fırsat şimdi çözerim ben bu işi...
Bayan neden efendim diyor neden ben de gece ikide yalnız başıma çıkıp bir yerde bir şey içemiyorum, adam için diyor sizi engelleyen ne?
Siz diyor kadın yani hemcinsleriniz, ben kadın kimliğimle tarafınızdan bir şekilde taciz ediliyorum buna ne hakkınız var?
Şimdi burada durup bir nefes alalım, söylem bana göre baştan falso, bir kere bölücü bir yaklaşım, siz-biz-kadın-erkek nedir bu...?
İstedikleri şey bu tarz bir özgürlükse gazeteci beyefendinin dediği gibi kimse kimseye engel olamaz.
Sokaklar erkekler kadar kadınlara da açık, ancak bizim güzel bir sözümüz var hamam giren terler der, o saatte sokağa çıkan bir kadın taciz edilir doğru söyler yazarımız, ama yanlış, olaya taraflı bakmada, çünkü en yakın annesi ise onun vaktin bu zamanında yanında bir erkek arkadaşı yokken dışarıda olmasına hoş bakmayacaktır.
Yani onu asıl durduran ya da taciz eden önce kendi cinsidir.
Başta da söylediğim gibi her düşüncenin yanındayım, ama savunduğumuz fikrin bize getirisi ne?

Şöyle söyleyebiliriz, belki mesaisi uzamış bir bayanın hava karardıktan sonra evine dönmekte yaşadığı huzursuzluk kendini korkan hissetmesi, kadını bu nokta da isyan ettiriyor olabilir.
Ve de bu çok insani bir duygu, burada rahatça evine ulaşamayacağını hissetmek bile kişiyi yaralar, fakat ben erkeklere tek tek lütfen bize saldırmayın demek yerine, kendimizi korumayı öğrenmeliyiz diyorum.
Kaldı ki bunun gecesi gündüzü de yok, burada başka bir şey söyleniyor, gece hayatından erkekler kadar özgürce faydalanamadığını anlatıyor kadın, söylediğim şekilde eğer kendini korumayı öğrenirse gece hayatı da kendinin kendine teslim ettiği özgürlüğü olur, yani erkekten ricaya gerek yok...
Bir de duyguların hürriyeti söz konusu, kadının bir erkekle beraberliği devam ediyorsa evli ya da sadece beraber yaşayan iki insan da olabilir, o zaman da aşk tartışılıyor.
Sebep şu, erkek bir süre sonra bu yoğun duygusundan uzaklaşması halinde bir başka kadına yöneliyor da kadının niye böyle bir özgürlüğü yok, yani o da yeni bir aşk yaşayabilir, hem evlilik devam eder ya da birliktelik hem de böyle bir çeşidin ne zararı var, çünkü zaten erkek yapıyor...
Aşk ne kadar aynı yoğunlukla yaşanır bilmiyorum, çünkü gerçekten çok yüksek seviyelerde seyreden bir nabız atışı aşk ve burada bundan tek yorulanın erkek olduğunu düşünmüyorum benim naçizane görüşüm, aynı şekilde kadın da yorulur, yani bu çok hızlı yanan bir ateştir zamanla yavaşlar, o zaman yerine gelen sevgidir, burada erkek yine o duyguyu aramaya çıkmışsa yani yaşadığı ona yetmemişse yol açık tabii ki denesin, ama anlayamadığım kadın bunu tekrar yaşamak için mi talep ediyor yoksa erkeğe gövde gösterisi mi yapıyor?
O zaman şöyle yapalım evlenmek beraberinde sorumluluk da getirir ille de nikah olmasın bu fark etmez beraber yaşadığınız insana da aynı derece sorumlusunuz tabii oda size, bunu hiç böyle inatlaşarak değil çünkü gerek yok, ben seninle olan beraberliğimden artık eskisi kadar zevk almıyorum ve yollarımızı ayıralım istiyorum diyerek, dürüstçe ve mertçe bir teklifle bu gerçekleştirilebilir, bunu her iki taraf için de söylüyorum, yani gizlenerek olması daha mı heyecanlı, ya da daha mı güzel?
Burada feminist arkadaşlarıma katılıyorum ama sadece şu anlamda ayrılıyorum, evet erkek kadar kadın da duygularını yaşamakta özgür, sadece erkeğin de kadının da beraberken bunu yapması yanlış ve onlar yapıyor diye kadın da kendini küçük düşürmemeli çünkü yapılan şey hiç de erdemli bir davranış değil...
Ne kadının ne de erkeğin yaşadıkları süre içinde kendince istediklerini yapabilecek kadar özgür olduğunu düşünmüyorum, hiç kimseye bağlı olmadan salt kendi adınıza bile yaşarken bu olmaz.
Bir sürü şey bizi geri çeker, adına ne derseniz deyin toplum baskısı ananeler yasalar tabular ne derseniz hiç fark etmez, içimizden bir sürü insan bir an gelir çılgın gibi kendini sokağın ortasına atıp bağırmak ister, içinde coşanları söylemek ister yanlış yapmak ister ama yapamaz çünkü kendini durdurur, erkeği de kadını da, özgürlük kendi düşüncemiz kadardır, ne kadar düşüne biliyorsak o kadar...
Yapılan kaçamaklar burada bize ne için örnek? Kesinlikle kişilerin başka birini sevmesi ayıptır demiyorum, sevebilir cinsi ayırmadan konuşalım, ancak erkek bunu üzerini örterek yapıyor gizliyor diye bizde ondan örnekleyelim mi?
Hırsız çalıyor diye bizde mi çalalım?
Sevgi tartışılmaz ya vardır ya yoktur, bittiği yerde de yol biter, o zaman kendimizce bize uygun olanı bulur yürürüz, tatlıyla çorba bir arada yenmez...
Hayat arkadaşımız yiyormuş e yesin bizde mi midemizi bozalım şimdi bir inat uğruna.
Erkek tarafından koruma altında tutulan kadınlara da isyan var tabii bu düşünce de, ne diye dayatıyorsun o sen değil ki ne diye, köle muamelesi yapıyorsun gibi söylemler var.
Evet, bu çok doğru bir tespit, ne diye dayatıyorsun, gitmeyeceksin, giymeyeceksin, söylemeyeceksin, ne bileyim adamın kendince kuralları var sayıyor işte.
Çünkü bu bir güç sağlıyor, kimin eline geçse kullanır, neden erkek suçlu, neden feminist düşünce erkeği asıyor?
O kadını da yetiştiren bir kadın, daha çocukluğundan başlayan ve evlenene dek tükenmeyen nasihatler, kocana karşı gelme sözünden çıkma, evine zamanında gir, sofrada eline sohbette diline hakim ol, diyen de bir kadın, kendi eşinde gördüğünü aynen kabullenip kızına aktaran da bir kadın, yanlış kimde?
Erkekte mi?
Allah erkeğe verdiği düşünme gücünü kadına da vermiş, yanlış nerede olursa olsun fark edilir, ben bilmiyordum olmaz, sen bilmiyordun yaşadın gördün yani tecrübenle tescilledin, kızına neyi öğrettin?
Madem özgürlük başkalarının düşünceleriyle değil de kendi düşüncelerinle yaşamak ki bu doğru, niye sen boyunduruk altındayken evladına da sen de aynını yap dedin, burada kadın sütten çıkmış ak kaşık, erkek dayatıyor diye mi suçlu?
Dayatır, dediğim gibi hepimiz elimizde olan egemenliği kullanmaktan yana oluruz, böyle bir imkânımız varsa biz de erkeğe kullanırız, maksat bu değil ki, önce bunu anlayalım, niyetimiz üzüm yemek mi bağcı dövmek mi?
Bu sözlerim beni kadın düşmanı falan gibi gösterecek bir yandan da bunun sıkıntısını çekiyorum ama değilim, ben her şeyden önce bir insanım ve benim sahip olduğum haklarım erkeğin iradesin de değil, işte hazmedemediğim bu biz neyi kimden talep ediyoruz, bu yol yanlış...
Bu gün mağdurum kocam bana saygı göstermiyor ya da dayak yiyorum diyen hangi kadına bakarsanız bakın bir çıkış yolu aramıyor, kaderine razı olmuş onu yaşıyor, asla erkek kabahatli değil, kişi eğer çalışabilecek güçte ise hayatını kazanır, kesinlikle eğitim falan gibi laflar etmeyelim, birçok üniversite mezunu kadınımız da dayak yiyor, bizi bırakın Amerika da karısını en çok dövenler üniversite mezunları dayak yiyen kadınlarda üniversite mezunu, bu bir araştırma sonucudur.
Üstünlüğü siz teslim ederseniz tabii ki kabul görür yok ben almayayım kim der?
Güzel olan bu değil yaklaşım çirkindir tabii ki kötü örnekler ama benim söylediğim boyun eğiş, bu hepsinden daha ayıp geliyor bana...
İnsan dağ başında kendini özgür sanır
Toprak yalnız büyütmez hem de çürütür
İnsan kendine güvenmeli daima
Ağaca dayanma kurur, insana güvenme ölür...
Biz kadın olarak sırtımızı dayadığımız eşimizden kuvvet alıyorsak, kendi başımıza ayakta duramıyorsak bundan neden sadece erkek sorumlu olur, hiçbir mantığa sığmıyor bu, o zaman dayanmayacaksın arkadaş, her nimetin bir külfeti var, bu kadar rahat yaşamaya bedel sunulur, neredeyse kadının yerine düşünen erkek tabii ki kendin de bazı hakları bulacak, giyme diyecek gitme diyecek yapma diyecek, ayağımıza basılmasını istemiyorsak ayağımızı ayağının altına sokmayacağız...
Yıllarca evlenelim diye yalvaran Fadime’yi hiç ciddiye almayan temel Fadime’nin bu inadından bir gün vazgeçeceğini umarak ihtiyarlamış, tabii Fadime de...
İkisinin de yaşları hayli ilerlemiş ama yine de birbirini sevmekten vazgeçmeyen bu iki sevgili bir gün parkta oturuyorlarken, Fadime birden son şansını denemek istemiş ve Temel demiş, artık evlensek diyorum sen ne dersin?
Temel uzun uzun Fadime’ye bakmış iyi de Fadime demiş bizi bu yaştan sonra kim alır???
Bizim fıkralarımız bile kadının bir yere sığınmasını dile getirir erkeğin de buna ne kadar sıcak olduğunu anlatır.
Hemcinslerimiz tarafından yargılanırken suçladığımız erkekler oluyor ben de bunu çözemiyorum, bir kız otuz yaşına gelmiş ve hala evlenmemişse ilk önce en yakınları tarafından evde kaldı damgasını yer, bunu erkelerden evvel söyler kadınlar.
Otuz yaşında ki bir kızla erkek evlenir kırk yaşındakiyle de evlenir hiç sorun yok ki orda, dava kadınlar arasında, şimdi buraya bir virgül koyuyorum feminist arkadaşlarımızın bir kadın neden kendinden yaşça küçük biriyle beraber olamıyor ya da olduğu vakit niye tepki alıyor sorusuna yöneliyorum.
E olsun arkadaşım kadın elli yaşında yirmi beşlik bir erkekle beraber olmayı sindirebiliyorsa bu kendi meselesi, toplum onu özel görmüyor ona nasıl bakıyorsa erkeğe de öyle bakıyor, sen sadece bağırdığın için fark yaratıyorsun hepsi bu...
Ortada bir mahkeme var ama ne sanık doğru ne yargı, sorgulanması gereken önce kadın, önce kadına sormak zorundayız nereye kadar neyi kabul ettin ya da niye ettin diye?
Ata binip ırağa gitmeye gerek yok, lafı hiç dolandırmadan yanlışları belirlemek ve de objektif bakmak zorundayız, kim yük taşırım derse yük ona vurulur, kadın baştan pazarlık geliyor, erkek de uyguluyor, kime bağırıyoruz, bence çok adil değil...
İnsan ömründe en kötü şey BİRAZ olmaktır, biraz düşünürsek biraz çalışırsak biraz direnirsek kısaca biraz yaşarsak, karşımıza ÇOK olan birileri gelip bizi yöneten olur, bunu kesinlikle ne erkeğe ne de kadına maal etmek istemiyorum sadece insan olarak koyuyorum, ama ille kadın denecekse o zaman ona da BİRAZ olmayacaksın diyorum.
Bizi neden eziyorlar diye hesap sormak yerine, biz neden eziliyoruz diye sormak çok daha mantıklı, insan direnerek köle olma anlayışını kökünden kopardı, çünkü kendine bir türlü yakıştırmadı, çünkü ne erkeğine ne de kadınına uymadı, o bir imparatorluktu, bunun kaymağını yiyenler de ellerinde ki gücü isteyerek vermediler, şimdi ne oldu, camii de kazandık mescit de mi dağıtıyoruz?
Ve bunu yaparken niye karşımızdakini suçluyoruz, eğer hak varsa yani kaybolan hak varsa verilmez, alınır...
Yine feminist bir yazarımızın kitabını okuyorum, yeni evli bir arkadaşının balayında başından geçen bir olayı anlatıyor ve inanılmaz tepkili, evli çift yemek yerken erkeğin üzerine çorba dökülüyor ve odaya çıkıp üstünü temizlemek üzere kalkıyor, çok doğal olarak da eşi de ona refakat etmek istiyor.
Vay vay vay, sen misin kocanla giden, yazar bu ne demek olurdan başlıyor en sonunda kadın hizmetli demekle bitiriyor.
Şimdi yine güzel bir söz geldi aklıma, nasıl bakarsan öyle görürsün diye...
Bu olayda kimse zorbalık yapıyor mu, kadının hakkına tecavüz var mı, sürüklenerek bir yere mi götürülüyor, hatta sende benle gel teklifi bile yok...
El insaf, çıngar çıkaralım ama gerçekten çıkması gereken yerde.
Bu kadın erkek eşitliği kavgası değil, kadınla erkeği birleştirme kavgası da değil, iki cins ayrı dursun herkes bildiğini okusun kavgası.
Kadın eğer evliyse eşine yemek yapmakla çamaşırını yıkamakla ya da onun ütüsünü halletmekle ezilmez, küçülmez, onun özgürlüğü de sınırlanmaz.
Kadının da erkeğinde fiziki özellikleri itibariyle kazandıkları el melekeleri vardır, yani her evde bulaşık varsa kadın halleder musluk bozulursa erkek tamir eder, bu bir iş bölümüdür maksadın kimseyi ezmek gibi bir fikri yoksa bunda ne zarar olabilir?
Ben bir buzdolabını sırtıma alıp üç beş kat yukarı çıkaramam çünkü kadın olmam sebebiyle yaradılıştan narinimdir.
Özel karate judo vs gibi ders almamış bir kadın kötü bir saldırı anında kendini korumakta zorlanır.
Oysa hayatında hiç boks eğitimi görmemiş bir erkek, hele hele yanındaki hanıma bir zarar gelecek ortamda tek yumrukta adam bile öldürür...
Bu onun ne kabalığı nede üstünlüğünüdür, yaradılışından kaynaklanan fiziki gücüdür, tıpkı kadının duygusal anlamda daha kuvvetli olması gibi...
Şimdi elmalarla armutlar toplanmaz, ne erkeği kadınla eşitleyebiliriz, ne de kadını, konumlar farklı neyi neyle çarpalım?
Her şeyden evvel şık değil...
Ama bana şunu derlerse, kırsal kesimde ki kadınlarımız mahrum, erkekler çok adil davranmıyor kadın tarlada kadın evde kadın okutulmamış üç beş koyuna kızlarımız takas derlerse kabul, haklarını alamıyorlar eziliyorlar, bu kadar özveriye üstlerine kuma geliyor ağa anlayışı hüküm sürüyor kahveler tıklım tıklım derlerse, ben hepsinden daha feminist olup hepsinden daha çok mücadele edebilirim ve yanlarında dururum.
Çünkü gerçekten farklı durumlar, gerçekten çaresizlik var, ama ben hizmetli değilim ev işini kocam yapsın o çıkıyor da ben niye gece dışarıya çıkamıyorum gibi yada buna benzer ucuz örneklerle demagoji yapılırsa affetsinler ama kafamı yatıramam...
Çünkü anlayışımın içinde kadın erkek farklı durmuyor, sadece özellikleri farklı çünkü biri dişi biri erkek başka türlü olur mu?
Ekonomik koşulların bu kadar ağır olduğu ülkemizde hatta erkekleri biraz da yorgun yılgın görüyorum, şimdi sesler kadında iş dünyasında diyor ama sorumluluğun en ağır dilimi erkeğin, bu inkâr edilmez bir gerçek.
Bedavadan baba oluyorlar, kadın çocuğunu bile dokuz ay karnında taşıyor diyen bir zihniyete söylenecek laf yok...
O bedavadan babalar, dokuz ay sıkıntı çeken annelerden sonra, çocukları dünyaya geldiği andan itibaren minimum yirmi yıl o çocuğun her şeyini sırtlanmak zorunda ve bundan mükellef de.
Yemesi içmesi giymesi eğitimi sağlığı babanın evladına vereceği ahlaki değerler sorumluluklar ve daha sayamadığım bir sürü mesuliyeti sırtlanır o bedavadan babalar...
Üzgünüm, benim babamda bir erkek ve onu böyle şeylerle yargılamadan dümdüz seviyorum, eğer annemle hayatlarını birleştirip sevgiye imza atmasalardı ben bu gün burada yazıyor olamayacaktım, onlara da bu vesileyle teşekkür ediyorum.
Her cepheden erkeklerin durumunu değerlendirmeye çalışıyorum, o kadar ince bir çizgi ki aslında erkekler zor durumda, eşine yada beraber yaşadığı kız arkadaşına tamam birlikteyiz ama birbirimize sorumluluklarımız yok dese dilediğin saatte git dilediğin saatte de gel öyle yemektir bulaşıktır temizliktir gibi şeyler senin işin değil dese, başta kendi yakınları olmak üzere bin ayrı yerden ayrı ses gelir, kimi bu adam karısını sevmiyor der kimi vah zavallı kadına sorumsuz bir adamla evli der, bu adam başka birini seviyor diyenler bile çıkar artık dinleyin yorumları takdir beklerken üstüne kötek.
Kadına bakarsak, eşinin kendi düşüncesine katılmasına sevinemez bile, ona da en yakın olan kişiler bu tarz yaşamasını doğru bulmaz, onaylamazlar, kadını da onaylamaz erkeği de onaylamaz.
Çünkü toplum kültürümüze ters ne kadar uydurmaya çalışsak bize bir beden büyük olmaz işte.
Ama bir günah keçisi bul ille de erkek olsun diyorsak vurun abalıya...
Her zaman bir erkeğin bir kadına bir kadının da erkeğe ihtiyacı var, tek başımıza da güzel şeyler yaparız, ille de karşı cinse sevgimizi vermek zorunda değiliz, ama vermeye karar verdiysek artık sen-ben-kadın-erkek anlayışını bırakıp biz bir olduk diyebilmeliyiz.
Çünkü hayatımıza ortak ettiğimiz insana, evimize aldığımız bir yardımcı gibi, bak bunu yapacaksın şunları yapmazsan bende böyle yapmam gibi, anlamsız kaprislerle yormak yıldırmak kafasını karıştırmak sonuç itibariyle her iki tarafa da zarar verecektir.
Asla taraflı değilim, herkesin düşüncesine saygılıyım, ama bir fikrin yanında ya da karşısında olmak için o fikrin artısını eksisini hesaplamak zorundayız.
İçine sevgimizi koyduğumuz hiçbir şey bize zor değil, çünkü sevgi kaya gibi dediğimiz kadının da erkeğin de dizlerini büker.
Yeter ki elimizdeki hayat ağacını acıtarak yontmayalım, çünkü onun bir dalı erkek bir dalı kadın...

16 Haziran 2008 Pazartesi

YÜREK KIYAMETİ (yalanlar)



Hiç yalan söylemem diyen insan en baştan yalan söyleyendir diyerek belki de beyaz yalanlara daha müsamahakar bakma yolunu açıyoruz.
Aslın da gerçek de bu, hepimiz hayatımızın bazı dönemlerin de küçük de olsa yalan söyleriz, belki o an doğruyu söylemek kırgınlık yaratır diye belki bir anlık mutluluk sağlamak amaçlı yada herhangi güzel bir sebeple kendimizce haklı yalanlarımız olur.
Bunlar kimseyi acıtmayan hayatını değiştirmeyen adına da ‘’beyaz yalanlar’’ dediğimiz zararsız yalanlardır.
Ancak öyle yalanlar var ki gerçekten yürek kıyameti yaratır gerçekten hayatınızı karartır ne söyleyene ne söylenene faydası olmayan insan hayatını kökünden sallayan zaman zaman deviren yalanlar olur…
Yılandan korkmam yalandan korktuğum kadar diyen şair bence hiç abartmamış çünkü yalan gerçekten tehlikeli yalancı gerçekten zararlı.
İnsanlar neden yalan söyler, hedef nedir yalancılık hastalık mıdır?
Pek çok sebeplere bağlı olmakla beraber hastalık boyutuna ulaşmış yalancılık artık önüne geçilmez bir yaşam şekli olur.
Yalan hastalığı da denilen ‘’mitomani’’ kişinin kendi içinde yarattığı dünyaya inanarak yaşaması karşısındakini de inandırma çabası tıbben kabul edilen bir rahatsızlıktır.

Bilimsel adı ‘‘Mentioloji’’ olan yalan araştırmalarının ortaya koyduğu çok önemli gerçekler var.
Bir araştırmaya göre her beş dakikada bir diliminizin ucuna bir yalan geliyor.
Yalan, hile ve desise genlerimize işlenmiş bulunuyor ve evrim sürecinde de dinamo işlevi üstleniyor. Biyologlar, beyindeki gelişmenin yalan-dolanla ilgili olduğunu düşünüyor. Çünkü doğal seleksiyon sürecinde ‘‘dürüst’’ olanlar değil ‘‘hilebazlar’’ ayakta kalıyor.
Eğer olaya bu anlamda bakarsak hayatımızın içine yalanı rahatça yerleştirir tüm değer yargılarımızı değiştirebiliriz.
Daha zeki olmak daha çok kandırmak ve tabana yalanı yerleştirmek hayatı kolaylaştırmak mı olacak?
Peki nereye kadar?
Atalarımız yalancının mumu yatsıya kadar yanar derken enin de sonunda su yüzüne çıkacak gerçeğin engellenemezliğini söylemiyor mu?
Peki ne kadar çaba harcansa da sonuçta hüsran yaşanacak, yalana hizmet yerine doğruya ve dürüstlüğe emek verilse daha zekice olmaz mı?
Tabii bunlar sorular, cevaplar hep kişiye özeldir, sosyal ahlak olarak isimlendirdiğimiz, kültürel, ırksal, kişisel değerler bütününü inkar nihayetinde sosyal ahlaksızlığı getirecektir.
Yaşadığımız yer çevremiz yakınlarımız sevdiklerimiz eğer bu anlamda bir bütünü teşkil etmiyorsa dejenerasyon yavaş yavaş başlıyor demektir.
Amacın kandırmak aldatmak anı kurtarmak olması kişiye anlık rahatlık sağlaması daha sonrasında üstesinden gelemeyeceği bir yalan zincirine mahkum olmasıdır.
Başlanılan yalan hiçbir zaman bir kerelik olmaz çünkü arkası gelecektir.

Eşini aldatan koca geç geldiği bir saati tek bir yalanla çözemez, okulu kıran çocuk ailesine bir hikaye uydurmak zorunda kalır ve ikna etmek inanmalarını sağlamak için üretir daha çok söylerse daha çok inandırıcılığı olacağını düşünür.

Doktorlar, yalan sırasında beynin yedi, doğruyu söylerken de dört bölgesinde faaliyet saptadıklarını belirterek, ayrıca yalan söylemenin doğruyu söylemekten daha çok çaba gerektirdiğini söylüyor.
Yani sarf edilen çaba doğruya göre daha fazla, kolay olan doğruyu söylemek ve ahlaklı olmak da doğruyu konuşmaksa neden yalan?
Aile içi eğitim çocukların ebeveynlerini örnek alması edep vicdan utanma duygusu buradaki önemli faktörler.
Yetişen nesle doğruları dosdoğru öğretmek sapmadan kaymadan anlatmak asıl olanın dürüstlük doğruluk olduğunu gelişen beyinlere yerleştirmek ebeveynlere düşen en önemli görev bence.
Temiz toplum düzgün insanların çoğalması ile varlığını koruyabilir, kişisel yaralanmaların dışında toplumca aldanmak duygusal hırpalanmalar manaviyat çöküşü insanın kendine olan saygısını kaybetmesi içinden çıkılmaz yalan yumağına dolanmaktan başka bir şey olamaz.
Kendisinin yıllarca sadakatle bağlandığı eşinin yıllar sonra aldattığını ve gözlerine baka baka yalan söylediğini anlayan kadın belki de bir daha sevemeyecek bir daha inanamayacak kadar yıkılır.
İnsan yaşadığından öğrenir yaşadıklarından öğretir, böyle bir anne evladını ne kadar sağlıkla eğitebilir, baba zaten en baştan yalancı.
Böyle bir ortamda çocuk gözler çocuk taklit eder doğru ile yanlışı öğretenler yanlıştaysa henüz gelişmekte olan beyin aradaki farkı anlayamaz ve sakat bir yapılanma ortaya çıkar.
Aileden başlayan topluma ulaşan büyüdükçe millete giden değer yargılarımızın tükenmesi sonunda hepimiz zarar görürüz.
Ne yalanı sevememek ne yalancıdan nefret etmek bizi kişisel anlamda korumaz, eğer yalan artık hayat felsefesi olmuşsa yaşamımızın her yerinde karşımıza çıkacak ve bizim kınamamız yetmeyecektir.
Alışverişte aldanmak inandığımız bir liderin yalanına tanık olmak sevdiğimiz insan tarafından kandırılmak sonunda bizim hayata bakışımızı değiştirir inancımızı yitirmemize yol açar.
Bu toplumsal çöküştür, yılgınlık güven kaybı herkese şüpheyle bakmak çok yorucu mutsuzluktur.
Günümüzde büyük çoğunluk psikolojik tedavi görüyor 16 bin 550 kişi üzerinden yapılan araştırma Türkiye de her yüz kişiden on yedisinin ruh sağlığının bozuk olduğunu saptamış.
Gelişen teknoloji daralan bütçe işsizlik adaptasyon zorluğu çok insanı depresyona sürükleyen ana faktörler.
Yalana başlamak belki köşeye sıkışmakla oluşan belki kendini aldatmak gereği hissine kapılma hali yada benim tıbben adını bilmediğim başka sebeplerden dolayı yaşanan gerçek.
Sorunun nereden kaynaklandığını bulup yalana neyin sebep olduğunu öğrenmek hayatın kalan kısmını ‘’yalancı’’ olmadan yaşamak için kendimizi iyi analiz edip gerekeni yapmalıyız.
Eğer tıbbi müdahale gerekiyorsa psikolojik destek ihtiyacı varsa acilen halledilmeli, çünkü söylenen hiçbir yalan saklı kalmayacak mutlak sonu hüsrana varacaktır.
Sadece kendini yaralamayan ‘’yalancı’’ pek çok yürek kıyametine vesile olmadan topluma faydalı değerlerine sahip çıkan dürüst ahlaklı birey olarak kendini topluma geri iade edebilmelidir.

Mitomani yalan söyleme hastalığı olarak tanımlanmıştır. Hastalık ciddi boyutlarda yalanlar uydurma, bu yalanlara inanma ve çevresindekileri olabildiğince inandırma ile karakterizedir.
MUNCHAUSEN SENDROMU18. yüzyılda yaşamış bir Alman baronu olan ve Rus ordusunda paralı süvarilik yapan Karl Fredrich von Münchausen’in ismi, Rus-Osmanlı Savaşı dönüşte kahramanlıklarıyla ilgili anlattıklarının abartılı olması ve yalancılığıyla ünlenmesi sonrası, yalan hastalık öyküleri anlatanları tanımlayan sendroma verildi.

Bilim adamları, tüm insanların beyinlerinde yalan dedektörüyle dünyaya geldiğini ortaya çıkardı.
Araştırmayı yürüten Kaliforniya Üniversitesi bilim adamları `sahtekarları fark etme` konusunda yerlilerle öğrenciler arasında fark olmadığını belirtti. (Telegraph)

13 Haziran 2008 Cuma

EĞER TÜRKÇE İBADET ETSEYDİK...



Evet; eğer Türkçe ibadet etseydik neler olurdu?
Bu hala münakaşalara tartışmalara vesile yaratan bir soru ama bana göre hiç bağrışmadan ele alınıp incelenmesi gerekir.
Ben televizyonda yapılan siyasi tartışmaları kaçırmadan izlemeye çalışırım ve hep bir şey dikkatimi çeker, oturumu yöneten konuğuna bir soru sorar ne bileyim işte soru çok basit net düz bir sorudur, politikacı başlar anlatmaya cevap bittiğin de ben hiçbir şey anlamam, hatta yemin ederim bazen sorulan sorunun menşeini bile hatırlayamam.
Çünkü cevap o kadar arap saçına dönmüştür ki soru ortada kalır.
Bunun tek sebebi var, sorulan soruya cevap vermek politikacının pek işine gelmez ve soruyu soranın kafasını karıştırarak hedefine ulaşır, yada öyle sanır.
Ve benim burada da müşahede ettiğim şey aynı, yani Türkçe ibadette aynen böyle tartışılıyor.
Bu fikri savunan da reddeden de meramını anlatamıyor çünkü sorular tam algılanamadan tartışılıyor.
Ezana Arapça okunsun bu doğru Türkçe okunmasında duygusal zenginlik olmayacaktır demek konuyu çok fazla aydınlatmıyor, işin duygusal boyutunu bırakıp islam çerçevesinde değerlendirmek daha doğru olmaz mı?
Namaz kılarken Arapça sureleri mealinden söylersek neresi yanlış olur bunlara bakalım, hangisi daha estetik olur değil ki davamız hangisi daha anlaşılır olur o hesap edilsin...
İbadet kelime anlamıyla dua yakarış niyaz demek, dili şivesi lehçesi yok, bildiğim kadarıyla da dua dillere göre kabul görür diye bir ayet de yok.
Kuran bize indi içindekileri okuyup anlamamız öğrenmemiz ve de onun tarif ettiği yolu takip etmemiz için.
Peki biz bilmediğimiz dilde okursak ne kadar değerlendirebiliriz, ya da neyi anlarız?
Lisan insana özel milletlerin seçtiği konuşma dilidir, yani insani bir şey, Allah lisanı olan mıdır, biz neyin tereddüdündeyiz?
Kuran tercüme edilirken bile kuşkular yaşıyoruz, mealin okunması hatim midir değil midir savaşındayız, Arapça hatmetmek çok güzel edebileni de kutluyorum, ama yine de aynı şeyi söylüyorum, mealinden okumadığınız dilinizce çevirmediğinizden anlamazsınız o zaman da öğrenemeyiz...
Kuran peygamberimize tebliğ olduğunda onu ümmetine anlatıyor ve içindeki ayetleri olabildiğince daha çok insana ulaştırmaya çalışıyordu, beraberinde bu işi yapan insanlar Arapçıyı bilmeyenlere izah da zorlanıyor ve islam’ı yaymakta güçlük çekiyorlardı.
Sahabelerden biri bir gün ya Muhammed bir çok insan Arapça bilmiyor anlattıklarımızı anlamıyorlar ve bu çoğalmamızı engelliyor ne yapalım diye soruyor.
Hz. Muhammed herkese kendi dilinde anlatın anlamalarını sağlayın buyuruyor...
Şimdi burada bir çelişki oluşuyor, bir kitap okuyorsunuz kendi dilinize çevrilmiş diyelim ki bu Türkçe olsun, ama anladığınızı Allaha anlatırken aynı dili kullanamıyorsunuz, sebebi nedir bizi anlamayan kim?
Bu sınır kimedir, bu bana çok anlamlı gelmiyor.
Şekilci anlayışa teslim olmak gibi bir şey bu, yakarmak Allaha dua insanın ona sığınması nasıl olursa daha doğru olur kimin inisiyatifindedir?
Arapça yazılan da Türkçe yazılanda sonuç olarak eğer öğretmiyorsa çare mealindedir, mealde ne dendiği belli ne istenildiği açıkça belirgin hepimizin de algıya bileceği şekildedir, biz insanken söylenenden anlarız da bizim dilimizi anlamayan kimdir?
Ama şunu söyleyebiliriz, Arapça sureler daha çabuk ezber olunuyor Türkçe si çok da akılda kalmıyor denirse tamam bu da kişiye özel seçim olur.
Belki ben Türkçe sinden daha çabuk kavrayabilen olabilirim...
Geçtiğimiz yıllarda Kenan evren paşa bir anekdot nakletmişti ve benim çok hoşuma gitmişti, bir yerde kuran okunuyor ve onu dinleyenler de vecd içinde kimi ağlıyor kim galeyana gelmiş Allah diye bağırıyor, okunan ayetin mealini bilen biri yanında ki oturana soruyor arkadaşım niye ağlıyorsun ayet miras paylaşımından anlatıyor yani yasaları söylüyor sen ne için göz yaşı dökmektesin?
İşte böyle, eğer dilimizle dinimiz aynı yerde değilse biraz karmaşa yaşanıyor.
O yüzden biz anlaşılmaktan korkmak durumunda değiliz bizi yaratan her lisanı anlayandır, Müslüman olmak için yada Allaha ibadet edebilmek için ve ya isteklerimizi ona söylemek için Arapça bilme gereği yok...
Bir din neden gelir neden tebliğ edilir, anlaşılıp yaşanması için değil midir anlamadığımızı nasıl yaşarız,
O zaman bu yarım olmaz mı hatta bana göre çok da eksik oluyor.
Çünkü biraz ne yapacağımızı bilmez durumunda kalmak bu, biz acaba böyle dersek yanlış mı olur bunu bu şekilde yapmasak mı derken işin özünü unutuyoruz, asıl olan nedir, kuranda defalarca tekrar edilen bunları size anlayıp öğrenesiniz diye indirdik diyen ısrarla aynı noktayı işaret edene yok biz anlamasak da biliriz gibi değil mi...?
Dünyada ki her insan eğer inançlıysa dua ediyor, hepsi kendi dilince kendi usulünce ve ben bunların içinden sadece Arapça geçerlidir diyen zihniyeti kabul edemem.
Şimdi yine yaşanan bir gerçekten örnek vermek istiyorum, Hz. Ömer İran’ı feth ettikten sonra orada namaz kılınmaya ibadet yapılmaya başlanılıyor, ve Ömer’e mektup yazıyorlar diyorlar ki biz namazımızı kılarken Arapça yapılan dualardan bir anlam çıkartamıyoruz, bize namazda kullanacağımız bir duayı (ve bu da fatiha suresidir) Farsça’ya çevirip gönder, biz onu okuyarak namazımızı kılalım.
Ve ömer fatiha suresini Farsça’ya çevirip gönderiyor, o insanlar bu duayla namazlarını kılıyorlar.
Öyleyse daha o zaman ibadetin Arapça dışında her milletin kendi dilinde yapması olayı kabul edilmişken günümüzde ibadetin Türkçe yapılması kutsallığın ortadan kaldırılması demek nasıl deriz.
Ve bence bu konu tartışılırken sanki sıkıntı ezanın anlaşılamamasıymış gibi sadece ezanı konuşmak çok yersiz, ezan bırakın Müslüman olmayı hiçbir inancı olmayan insanın bile anladığını söyler o namaza davettir, kelimeleri tek tek anlamak tartışılır o başka mesele ama amaca hizmeti doğrudur, Arapça ya da Türkçe olması bizim için ne kadar önemlidir?
Bundan çok daha önemli yani ibadetimizi anlayarak bilerek yapma dilimiz konuşulsun bence bu çok daha acildir...
Eğer birlikte bölünmeler olur diye düşünülüyorsa yani Müslümanlar parçalanır herkes kendi dilinde okursa bütünlük sağlanamaz deniyorsa onu da anlarım, ama bu yine de bizim için problemdir, yani kendi içimizde ki dağılmışlık olabilir, duamızın yada ibadetimizin ulaştığı yer de herhangi bir sıkıntı olmaz.
Şimdi burada en önemli mesele farzlarla sünnetleri yada yapılması güzel olanları ayırt etmek, kendimize uyandan ziyade doğru olanı bulup onu yaşamak, ve bunu yaparken bireysel hesabın çok dışında davranmak zorundayız, çünkü bu konu hem nalına hem mıhına vurulacak bir konu olamaz...
Ne ben bana Türkçesi kolay böylesi doğru diyebilirim ne bir başkası Arapçısı esastır başka dilde olmaz diyebilir, bu ezbere karar verilerek sıradan sözlerle ifade edilemez.
Yol belli ancak kendi dilimizde anlarız okuduğumuz bizi aydınlatacaktır, ve bu anlamda da karar veririz.
Başladığımızdan bu yana verdiğim örnekler de buna yasak konmamış ama hala tartışılan ve hala çözülemeyen sorun halinde devam eden ibadet şeklimiz ne yazık ki net olarak anlatılamıyor.
Şimdi bu konu hakkın da din işleri yüksek kurulunun uzun bir açıklaması var, tarih 4/12/1997 103 sayılı kararı...
Metin çok uzun fakat ben hemen özet olarak naklediyorum.
‘’Bütün ilahi kitaplar onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen peygamberlerin konuştukları dil ile indirilmiştir, peygamberimiz hz. Muhammed arabistanda araplar arasında yetiştiği ve arapça konuştuğu için onun tebliğ ettiği kuran-ı kerimde arapça olarak indirilmiştir.
Ancak yüce rabbimizin bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan sadece araplar ve Arapçayı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıktan korumak onlara hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek yolu göstermek için gelmiştir.
Bunun gerçekleşebilmesi için de kuran-ı kerimin bildirdiği ilahi öğütlerin herkese bütün insanlığa tebliğ edilmesi herkes tarafından anlaşılması öğrenilmesi düşünülmesi kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir’’
Şimdi burada bir ara vermek istiyorum, benim bu metinden anladığım esas olan kuranı anlamaktır, yani burada söylenen budur, bu da ancak bildiğimiz dil ile mümkündür, bu kanıya varma sebebimi zaten din işleri açıklıyor kuran bu sebeple Arapça indi diyor.
Ve devam ediyor...
Şüphesiz bir müslümanın en azından namaz da okuduğu kuranın metnini bilmesi ve namaz da bunları duyarak anlayarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir.
Ancak manasını anlamak onun hidayetinden faydalanmak ve yüce rabbimizin emir yasak ve öğütlerini öğrenmek için, kuran-ı tercüme etmenin ve bu maksatla meal ve tefsirleri okumanın hükmü başka, bu tercümeleri kuran yerine koymanın ve kuran hükmünde tutmanın hükmü başkadır.
Yine bir ara verelim, şimdi bu ikinci bölümle birinci bölüm arasında bir çelişki gerçekleşti, ilk hitap bu kitabın asıl amacının anlaşılması öğrenilmesidir derken ikinci bölümde hükümler koyarak farklılıklar yaratılmıştır, yani burada söylenmek istenen meal Arapça kuran hükmünde değildir.
Devam ediyor...
Namaz da ve ibadet olarak kuran aslı lafızları ile okunur, ama öğüt buyruk ve yasakları öğrenmek amaçlı meal okumak da sevaptır ve genel anlamıyla ibadettir...
Evet din işleri yüksek kurulu kararını size özetle nakletmeye çalıştım, ve ben bu ifadelerden tek bir şey anladım, Türkçesini anlamak için oku bu öğreticidir, ama asıl olan Arapçısıdır...
Yani son bu şekilde bağlanmış, başıyla çok ilintili değil, başında söylenen kuranın Arapça olması gerekçesi peygamberimizin Arabistan da olması sebep gösterilirken ki bu mantıklı, sonun da ifade edilen Arapça kuranın kutsallığıdır oluyor...
Şimdi mantığın yolu bir, eğer yanlışsam düzeltin, her iki fikri de aynı kurum açıklıyor ve ben ne yazık ki bunu çözemiyorum, dava nedir bir kul Allaha ellerini açıp ya da açmayıp namazda yatakta yolda her şekilde yapacağı duada dil mi belirleyecek, bu dilden olmaz hükmü yok mudur diyecek, peki bu hükmü kim verdi?
Benim nece söylediğim mi nasıl söylediğim mi önemli, sınırlamak tahditler koymak bu dini hem sevmemiz de hem geliştirmemiz de hem de ibadet edebilme özgürlüğümüzde yaralar açar, yolu yokuşa sürmek sonuç olarak bizi durdurmak olur.
Kuran-ı kerimde kurandan kolayınıza geleni okuyun buyrulduğu gibi Hz. Muhammed bütün namazlar da kuran-ı kerim okumuş ve namazı kılmayı iyi bilmeyen bir saha biye namazı tarif ederken kurandan namaz kılarken hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku buyurmuştur.
Burada ifade edilen kurandan okumaktır Arapça okumak değildir...
Çok önemli olansa bir şeye işaret ediliyor kolayına geleni deniyor bakın, oysa bu gün biz hala hangi sureden sonra hangisini okumalıyız diye çekişiyoruz, onu da bırakın bir sürü insan da bu konuda ahkam kesiyor öncesi bu okunur sonrasın da bu gelir gibi fetvalar veriyor...
Bizler okuduğumuz dualara sayılar veren bu kadar okursak makbul bir eksik bir fazla olmayacak diyenleriz, ne diye bilirim ki, bu kadar kurallarla kendimizi kıstıran bizler çok doğal olarak hala dinde dili tartışmaya devam edeceğiz.
Her zaman ki gibi sözlerimi şöyle noktalamak istiyorum dini araştıran akademisyenler bu konuda uzmanlaşmış bilir kişiler hepimizin anlayacağı dilde net ve kesin çizgilerle ve de açıklayarak bu konuyu aydınlatırlarsa tartışmalar bitecek ve bizler de anlayacağız…

12 Haziran 2008 Perşembe

KADER


Din konusunda konuşurken biraz tedirginlik yaşarız, hatta bazen korkarız karşımızdaki konuşana bile kapatalım bu konuyu günaha giriyoruz dediğimiz olur.
Bu çocukluğumuzdan süregelen bir anlayış, belki büyüklerimizin telkini belki de gerçekten çok konuşulur olmaması bizi biraz çekingen etti.
Ama her konu konuşuldukça detayları ortaya çıkar, üstün körü bilgilerin yerine daha doğru daha yönlü öğrenebiliriz, bundan korkmamıza gerek yok.
İşte kader bu noktada yorumlanmaya başlıyor, öğrenen bilgiyle donanan onu daha iyi anlıyor ama araştırmayan konuşmayan sormayan insan kaderim böyleymiş daha fazla öğrenemedim bilemedim demekle kaderi de kör nokta da bırakıyor.
Bir kere genel bir görüşümüz var, iyi yada kötü ne varsa hepsi kaderimiz, bu anlayışı benimseyip kabul etmişiz, ama neden?
Diyelim bir işe el attık istediğimizi elde edemedik, kader bu kısmet bu kadarmış deriz, kızımız iyi bir evlilik yaptı ve de mutlu, kaderi güzelmiş deriz.
Yani bu öyle bir savunma mekanizması oluşturuyor ki biz hiçbir şeyden sorumlu olmuyoruz, kader yapıyor ne yapıyorsa.
Şehirlerimizi fay hatları üstüne, evlerimizi sel yataklarına kurarak doğayla dövüşüyoruz, ama inanılmaz da kararlıyız, bu mücadeleyi her seferinde kaybetmemize rağmen asla vazgeçmiyoruz, kader bu belli mi olur bakarsın güler...Peki biz kaderi yönlendiremez miyiz, yani seçimlerimizle kaderimizi tayin edemez miyiz?
Eğer hayır bu mümkün değil derseniz, o zaman ben insanın mantığının zekasının çok işe yaramadığını düşünürüm, çünkü ne yaparsam yapayım zaten sonucu kader belirleyecek...
Böyle bir vazgeçmişlik bize hiçbir katkı sağlamayacak tam aksine yapabileceklerimizi de yapamayacak bir haleti ruhiyenin içine girmiş olacağız.
Doğduğumuzdan itibaren var olan ve ömrümüzün nihayetine kadar da devam edecek aklımız bizde baki kaldığı sürece düşüneceğiz, ama bir hastalık hasıl olur düşünme yetimizi kaybederiz zaten artık bizim fonksiyonumuz olamaz, düşünen insan hatalar yapar, başarır başaramaz, güzeli yada çirkini yaşar yani bir şekilde dener, duamız her zaman hayırlı ve bize her zaman kazanmak yolunda adımlar nasip olması içindir.
Bazen bizim gücümüzün üstünde olan işlere bile soyunuruz, Allah büyük diyerek başlamaz mıyız?
Bu gün başarılı insanları incelediğimiz de önce cesaretli olduklarını görürüz, ve çok çalıştıklarını anlarız, her zaman kader onlara gülmüyordur muhakkak, bence onlarda gülümsemesini sağlıyor.
Bir iş kurmaya karar verdiğimizde en başından fizibilitesini çıkarmazsak, arz ve talebin durumunu ölçmezsek ve de biz iyi bir yönetici değilsek ne yaparsak yapalım sonuç fiyasko olur, buna kader ne yapsın, hiç suçlu değil.
Kaderimiz kötü değil biz iyi değiliz...
Bir kız evleneceği erkeği seçerken ahlakına gelir düzeyine fiziğine kısaca kendince önem arz eden değerlere bakıp araştırıp evlenirse, o kızın ahlaksız çirkin veya maddi anlamda zor bir hayatı olmaz, çünkü seçimini yaparken kaderini tayin etmiş olur.
Bütün bunlara rağmen şartlar sonradan değişebilir, eşinin işi bozulabilir yaşlanınca yüzü değişir, ama hep ahlaklı hep iyi bir insanla beraberdir, yine eğer başlangıçta kendi hayatını da ekonomik anlamda garanti altına alsaydı maddi bağlamda da eşine destek olacaktı, mağduriyet kendi seçtiğimiz bir yol sadece daha az düşünerek karar vermek bizi çıkmazda bırakıyor, kader masum.
Ben ne ekersen onu biçersin sözünden salt iyilik yaparsan iyilik bulursun kötülük yaparsan kötülük bulursun anlamını çıkarmıyorum, bazen iyilikle yaklaştığımız olaylarda bile karşılığını hıyanet olarak alırız, bence burada söylenmek istenen biraz daha geniş anlamlı bir deyiş.
Yani yaptıklarımızın bize geri dönmesini de anlatan buğday ekene arpa çıkmayacağını ifade eden bir cümle, o zaman biz bir şeyler ekmek zorundayız, çıkanın kötü olması da bizim kaderimiz değil mutlaka yaptığımız bir hatadan dolayı yada eksik bilgimizle hareketimizden oluşan bir yenilgidir.
Ya Allah ya kısmet ne çıkarsa bahtıma dersek, kadere vurmak anlamsız, çünkü biz ne çıkarsa dedik...
Allah insana düşünme yetisini bu yüzden vermedi mi iyi ile kötü arasındaki farkı ayırt edip güzel yolu tayin etmek sadece insana has değil mi, o halde ne diye kendimizi ikinci sıraya koyup kaderi birinci yapıyoruz.
Acaba bu biraz sorumluluktan kaçış mı, ne yapalım kaderim buymuş demek belki de bizi üstleneceğimiz yükten kurtarıyor olabilir mi?
Bence biraz öyle görünüyor, bu biraz da sıyrılma sanki, camiyi çalan kılıfını baştan hazırlıyor başlarken dur bakalım kader neyi gösterecek demek olumsuzluklardan çok da fazla sorumlu olmayacağımızı anlatan kılıf...
Hayatımızda bazı devreler olur, sanki bir iniş başlar, her şeyde ama, hep bir şeyler ters gider, aslında bu yolu inişli çıkışlı olarak kabul ederiz de inişi yaşarken tabii ki çok da hoşnut kalmayız.
Ben bunu sınama kabul ediyorum, gençliğin sonu da ihtiyarlık değil mi?
İnsan zaten yaşadığı sürece en başta vücudunda bunu yaşamıyor mu, işte iniş, hatta bu yitiriş çünkü geri alıntısı da yok, böyle bir düzenleme yapılmış ne kadar da uğraşsak bunu değiştiremeyiz.
İşte hayatımızda ki o zaman zaman yaşadığımız dikey inişler de biraz buna benziyor, ama güzel bir fark var aralarında, bu yolu tekrar çıkabiliriz, çünkü yitirmiyoruz sadece bir zaman dilimini inerek geçirdik.
Çok iyi irdelersek bir yerler de yanlış yaptığımızı buluruz, belki de bu bize ders olması ve yaşanması gereken zamandı, belki de biz o günlerden çok şey öğrendik, tabii ki biraz canımız yandı, ama bazen nasihatin kar etmediği yerler de yaşadıklarımızdan öğreniriz.
Bu bizim belirlediğimiz ve de aslında seçtiğimiz yoldur...
Yani yarın yapacaklarımızı da bu gün yaşayacaklarımızı da planlarız bunlar her zaman bizim istediğimiz gibi gerçekleşmez bunun kaderle bir ilgisi yok çünkü kader bu demek değil, dediğim gibi çok şeyi kadere bağlar olduk.
Bizim karar veremeyeceğimiz noktalar var hayatımızda bunları ne durdurabilir ne de olabilmesini sağlayabiliriz, kazalar, afetler, amansız hastalıklar, örnekler çoğaltılabilir bu vakalar bizim inisiyatifimiz de değildir, ama hayatımızın bütününü kontrolden çıkarmamız ve her şeyden kaderi sorumlu tutmamız yolu yanlışa götürür.
Bu demek oluyor ki kaderimizi yönlendirebiliyoruz, kadere teslimiyet insanı bir anlamda çalışmaktan emek vermekten düşünmekten geri çekmez mi?
Nasılsa her iş olacağına varacak anlayışında yaşamak bir sürü şeyi dumura uğratacaktır.
Nasrettin hocanın testi hikayesini hepimiz biliriz, olabilecek bir kazayı bile peşin peşin önlemeye çalışan mizahi bir anlatımda kaderde bu varmış anlayışının önü kesilir aslında...
Bu söylediklerimden kadere inanmazlık çıkarılmasın, kadere şerre meleklere de ahrete de yani amentünün içinde söylenen her şeye inanırım, sadece kaderi üzerimize örtü gibi çekmeyelim onu doğru anlayalım demek istiyorum.
Teslimiyet sadece Allaha ve bizi yaratan programı önceden belirlenmiş bir insan yaratsaydı bu dünyayı imtihan yeri saymazdı, o zaman neye göre olacak bu sınav, sorularda cevaplar da belli, günahın da sevabın da dışında kalırdı insan.
Düşünsenize ben bütün gün içiyorum her gün sarhoşum yaşama hiçbir katkım yok kendi adıma bile yararlı değilim, ama işim kolay, bu benim kaderim derim...
Cezam da olamaz çünkü ben önceden tayin edilmişi yaşadım yani elim kolum bağlı olur bu durumda.
Burada içkiyi sadece bir örnek olarak verdim, bir sürü negatifliğimizi bu şekilde açıklayabiliriz, kolay bu yol.
Kamer suresi 49.ayette şöyle buyurmuştur Alla hu teala ^^Şu bir gerçek ki biz her şeyi bir kader/ölçü ile yarattık^^
Burada vurgulanan kader ve ölçü hayatımızdaki nizam ile ölçüler değil midir?
Kainatta her şey bir ölçü ve nizam içindeyken insan bundan ayrı tutulamaz, ama kaderi önceden yazılmış bir yazı kabul edersek, o zaman çabalamak manasını kaybeder...
Bir Deliyle Evlendim isimli kitap okudum, Müslüman Türk erkeğiyle Amerikalı Hıristiyan bir kadının evliliği işlenirken, dinimizi de güzel ifadelerle tasvir etmiş.
Orada kadın eşine Türkiye’nin neden bu kadar geri kaldığını soruyor, bu kadar verimli topraklara sahip olan bir ülke neden bu durumda?
Adam cevap veriyor, paragrafı olduğu gibi naklediyorum.
İki türlü dua vardır, dille ve halle, kahvede ki insan da ya Rab rızkımı arttır dese fakirliği yine devam eder.
Buraya hemen bir virgül koymak istiyorum, şimdi bu kahvede dua eden adamın fakirlik kaderi midir?
Devam ediyor...
Tarlasını süren tezgahta çalışan hal ile dua ediyor, rızkı artıyor.
Biz Müslümanlar daha çok dille dua ederiz o yüzden kalkınamıyoruz, siz hal ile dua edenlerdensiniz...
Ne kadar güzel bir anlatım, oturduğumuz yerden hiçbir yere gidemeyeceğimiz gerçeğini vurgulayan, ve verilen emeğin geri dönüşünü aynı zamanda duayla destekleyen başka bir milletin anlayışını dile getiren başarmanın anahtarını veren çok güzel bir örnek.
Eğer kader anlayışımızı Amerikalılarla ölçersek Allahın Amerikalılara bu konuda yardım ettiği çıkar ve sizce Allah böyle bir haksızlık yapar mı?
Çalışmadan istemek, iyi düşünmeden hareket edip yapılacak şeyi yıkmak, sonra bu faturayı kadere kesmek biraz da günah...
Yani bir günah keçisi bul ne varsa ona atfet, dili yok ki konuşsun yoksa o bile yetti gayrı diyecek.
Belki bizi bir miktar rahatlatan bir anlayış ama sadece bir süre için, çünkü daha sonrada kadere de isyan ederiz.
Biz elimizden gelenin en iyisini yaparız, olmaz noktasını sıfıra getirene kadar uğraşırız, buna rağmen yine de olmazsa olmamasında hayır vardır, bu ne kötü kaderimiz ne de önceden tayin edilmiş yazımız olur.
Uğraş verdiğimiz zaman içinde, olmadığından şikayet ettiğimiz işimiz belki olması halinde bizi daha büyük sıkıntılara sokacak olandır.
Şer gibi görünenin de ucunda hayır vardır, biz gereken her şeyi yaptık diyebiliriz.

Hep görüyoruz o kadar içki içip evinde bile yürümeyecek halde olan adam direksiyon başına geçiyor ve çok doğal olarak kaza yapıyor ya ölüyor ya sakat kalıyor, ölüyorsa çevresindekiler ağlıyor kaderi kötüymüş ne kadar da gençti diye sakat kalıyorsa kendi ağlıyor ne bu benim başıma gelen kör kader beni mi buldu diye.
Burada biri kör ama bu kesin olarak kader değil… Arkadaş ne kaderi sen gözünün önünden geçeni görmeyene kadar içtin üzerine bir de arabaya bindin bu kadar yiğitliğe kader ne yapsın.
Kaderi kazayı böyle anlamak olur mu?
Bizler elimizde ki imkanları sonuna kadar değerlendirmekle mükellefiz, çalışarak, ama her konuda sebepleri işleyerek, tedbirimizi alırız sonucu olumlu yada olumsuz fark etmez, biz gereğini yaparız, çünkü bu hayat bizim ve tek sorumlusuyuz.
Değişmez kader hayat felsefemiz olursa dua bile etmek bize bir süre sonra boş gelir, ne sağlığımız için ne yakınımız ne de kendimiz için değişmez kaderlerimize deva olmayacak diye buna da gerek görmez dilimiz.
Oysa bizler yardımı Allah’tan diler, kolaylıklar vermesi için ellerimizi açarız, ve Allah duaları kabul edendir, çalışıp uğraş verdiğimiz sürece…

NEREYE GİDİYORUZ?


Hep birlikte ilerlediğimiz bir yol var, içine sadece gülmeceler alaylar yada hayatı dalgaya almak anlayışını koyduğumuz ve iyice benimsediğimiz bir yolu yürüyoruz.
Üstelik bu nasıl bir rüzgârsa fırtına gibi eserken ve de devirirken, yaşayanlar meltem içinde sefa sürüyor gibiler...
İçinde yaşadığımız ülkemizin bir çok sorunu var, bizi direk etkiliyor, sadece devletin meselesi olmayan milletin de aynı ölçüde sorumluluğunu paylaşacağı bu meseleler de nedense her birimiz ayrı bir duyarsızlık gösteriyor sanki gül bahçesinde yaşıyor kadar tüm dertlerimizi unutmuş bize hiçbir fayda sağlamayacak en basit örneğiyle biri bizi gözetliyoru seyrediyoruz...
Zamanı ziyan etmek bu kadar kolay bu kadar ucuz mu, bu kadar da çok zamanımız olduğunu düşünmek beni her dakika biraz daha şaşkın etti.
Televizyon da hangi kanal magazin ağırlıklıysa o kanal reyting rekoru kırıyor, oturumlar yada belgeseller çok da nasipli değiller, ya artık bu anlamda bir şey öğrenmeye ihtiyacımız kalmadı her şeyi öğrendik, ya da Tarkan öğlen yemeğini kiminle yiyiyor Zerrin kaçıncı aşkını yaşıyor çok daha önemli.
Neyin ucuzunu yaşıyoruz hayatın mı?
Bu bir eğlence mi, Ajda Pekkan bu kez neresinden estetik ameliyatı olduğunu yazan gazeteler tiraj patlaması yaşıyor.
Neresine dokunsak bir yerinden kanayan bu kadar meselenin içinde bunlarla uğraşmak bizi ne kadar eğlendiriyor ya da rahatlıyor muyuz?
E biz ne yapalım etimiz ne budumuz ne nereye yetişelim dersek hiçbir yere yetişemeyiz, denemeden de bilemeyiz zaten, bir uzanalım bakalım bu kol nereye kadar uzanacak...
Nasıl bakarsak öyle görürüz, nereye bakarsak onu görürüz baktığımız şeyler farklandı, pembe dizilerle yatar kalkar olduk, tabii ki hepsi bizim dünyamızın için de olacak ama kendimizi içinde kaybedeceğimiz kadar hayatımız olmamalı.
Fakirlik edebiyatı yapmayacağım, aç insanları konuşmayacağım, enflasyondan mutfakta ki ateşten işsizlikten bahsetmeyeceğim, kültürümüzdeki yozlaşmayı dejenere olan değerlerimizden söylemeyeceğim, bunlardan bahis gereği yok hepimiz biliyoruz.
Sadece bizi ilgilendirmiyor, ne yapalım şimdi, yaşı on ila on beş arasında ki çocuklar sabahın kör saatinde ellerindeki bali tüplerini koklayarak yarı sarhoş dolaşıyorlarsa aldığı maaşla evinin kirasını karşılamayan insan, nefesi kesik yaşıyorsa, artık saymıyorsak tanımıyorsak diye dertli mi olalım?
Açarız biri bizi gözetliyoru ya da bir magazin programını problemler biter, rahatça da uyuruz...
Ben bunca problemin içinde benim derdim yok elden bana ne diyemiyorum, hepimiz aynı havayı soluyoruz yanı başımızda ki nefes alamazken biz ne kadar rahat olabiliriz?
Yazımın başında konumuzun nereye gidiyoruz olduğunu ama neden gidiyoruz demenin daha doğru olacağını ifade etmiştim.
Çünkü nereye gittiğimiz belli, neden gidiyoruz diye bakalım neden duymak istemiyoruz, neden görmek istemiyoruz bizim derdimiz değil mi, peki derdimiz ne?
Çözüm üretemeyiz diye mi ilgilenmiyoruz, evet üretemeyiz çünkü olanlar bizi bizzat vurmuyorsa bizim meselemiz olmuyor, hepimizin yapabileceği katkılar var ama ilgimiz bu doğrultuda olursa.
Şiddetle terörle hiçbir yere gidilmedi gidilmezde yapacağımız şeyler hayatı doğru takiple olur, vurgunculara istismarcılara gözümüzü kapamadan bakmakla olur, bunun için ne kaba kuvvete ne de kargaşaya ihtiyaç var ilgili mercilere iletmek bizim yetişemeyeceğimiz yerlere ulaşılmasını sağlar.
İçen insanlar dertlerini unuturmuş, sarhoş olmak bir şekilde görmek istemediklerini görmemektir, bir yol açtık ki hepimiz içmeden sarhoş bir halde yürüyoruz...
Bu kolay, çünkü kaygısız yaşamak hayatı eğlence tarafından tutmak ama...
Burada benden sonrası tufan düşüncesinde olamayız, çünkü bizden sonra değil bu tufan, ne öncesin de ne de sonrasındayız, ta içindeyiz.
Olanlara kulak vermeden devam edersek bu bomba elimizde patlayacak.
Televizyon kanallarında zaman zaman yapılan röportajlarda izliyoruz, halk tutulan mikrofona konuşuyor, konu ne olursa olsun cevap veriyor, çevre diyor spiker, oo temiz tutmalıyız, savaş diyor, şiddetle kınıyorum olmasın tabii, hastaneler diyor, mağduruz hizmet kalitesiz ya da saatlerce beklediği kuyruklardan bahsediyor.
Yani her konuda şikâyetçi, iyi de birey olarak ne yapıyoruz?
Bizim neye katkımız var?
Her yıl yanan ormanlara düşüncesizce atılan tek bir sigara sebepken, kaçımız ağaç dikeriz, kaçımız evimiz de damlayan çeşmeleri onarır suyun israfını engelleyerek hem cebimize hem devlete fayda sağlarız, içtiğimiz suyun şişesini colanın kutusunu caddenin ta ortasına atan birini kaç kişi ne yapıyorsun arkadaş diye uyarır, sorar?
İngiltere Hayd park da oturan iki genç ceplerinden çıkardıkları sakızları açıp jelatin kağıtları nokta çöp haline getirip yere atıyorlar.
Karşılarında oturan yaşı doksana yakın bir hanım yerinden kalkıp elindeki bastona dayanarak yanlarına geliyor.
Ve attıklarınızı yerden alıp çöp kutusuna atın diyor, gençlerden biri sana ne sen parkın bekçisi misin?
Yaşlı kadın elinde ki bastonuyla gencin göğsüne bir darbe indirip, o oturduğun bankın vergisini ben ödüyorum, bu gördüğün güzelliklerin tümünde hakkım var, parkın bekçisi değil, ben Britanya imparatorluğunun bekçisiyim, kaldır o çöpü yerden...
Şimdi bu kadın örnek bir vatandaş falan değil aslında vatandaşlığın gereğini yapıyor, ama o kadar azaldı ki böyle insanlar ne yazık ki imrenerek bakıyoruz.
Rahmetli Turgut Özal’ın icraatın içinden diye bir tv programı vardı, çalıştığı süreyi nasıl değerlendirdiğini halka bizzat kendi diliyle anlatır duyururdu.
Bu program her yayınlandığın da içimden bir şey dilerdim, keşke derdim keşke böyle bir program halk içinde olabilse halk da çıkıp diyebilse ben de bu ülke için bunları yapıyorum ya da yaptım, fakat bu gün üzülerek görüyorum ki anlatabileceğimiz pek bir şeyimiz yok böyle bir programımız olsa bile neden bahsedeceğiz?
Belediye otobüslerimizde oyulan koltukları, telefon kulübelerinde dağılan ankesörleri, duraklardaki hiç değilse yaşlıların beklerken dinlenebileceği metal koltukları bile tahrip edenler gece yarısı mı çalışıyor?
Gözümüzün içine baka baka yapılan zararları kaçımız engelliyoruz, hatta müdahale edenin bile yanında durmadığımız bir hali yaşıyoruz, neden, bizim işimiz değil mi?
Üç kişi yapar on kişi yıkarsa, biz de seyredersek katılmaktan ne farkı var, bu şekilde hiçbir şeyin sahibi olamayacağımız gibi vatandaşlık görevimizi de ihmal etmiş olmuyor muyuz?
“İnsanlar her zaman kahraman olamazlar ama her zaman insan olabilirler"
"BENJAMIN FRANKLIN"
Keşke bunu biz söylesek...
Bize göre yanlış olanı gördüğümüzde yapacağımız müdahale kahramanlık olmasa da insanca bir davranış olur, çünkü korumak zorundayız, çünkü biz de yok edilenin kuruşuna kadar vergisini ödüyoruz ve çünkü biz de Türkiye’nin bekçisiyiz...
Yok olan milli servettir, boşa akan su gereksiz yanan bir ampul, ev, iş ya da cep telefonlarımızla yaptığımız uzun muhabbetler sadece bizim ödediğimiz faturalar değil, ülkenin üzerine bir daha eklediğimiz kamburlar olur.
Hep bir şeylerden şikayet ediyoruz, bu memleket düzelmez diye dertleniyoruz, güzel bir evin içinde yaşamak içindekilerin yaşama tarzıyla olur, eğer güzeli kullanamıyorsak biraz sonra çirkinleştiririz.
Konuştuğumuz kadar çalışmamız lazım, kimin kaç para kazanacağı bir yarışmayı takip ettiğimiz kadar takipçi olsak bile yeter...
Her birimiz Avrupa’dan söz açıldığında büyük bir iştahla konuşuyoruz, adamlar yol yapmış trafik diye bir şey yaşamıyorsun kaidelere uyuyorlar arkadaş, ya da sokaklarına bakınca gönlün açılıyor sanki evin içi gibi tertemiz...
Böyle diyoruz, o kaidelere uyanları takdir eden bizler neden uymayız o sokaklara imrenerek bakan bizler neden kendi sokağımızı çöp kutusu zannederiz?
Komşumuzun bahçesiyle övündüğümüz kadar kendi bahçemizi güzelleştirme çabasında olsak eminim ki bu gün biz de imrenilen olacaktık...
Futbol izlerken yenilen taraftar tribünleri duman ediyor, açık hava konserlerinde sevdiğimiz bir sanatçıyı izleyebilmek başlı başına bir risk, ya sevgi gösterisi adı altında ya protesto amaçlı koltuklar havalarda uçuyor, neyi yıkıyoruz ve de ne için?
Milyarlarca lira sarf edilerek yapılan bu hizmetleri her seferinde yok ederek neyi sergiliyoruz, eylemin de bir anlamı olmalı anasına kızıp kız dövülmez ki...
Dağılan izleyiciler hiddetliyse şahısların arabalarını tahrip ediyor, olayla uzaktan yakından ilişiği olmayan sade vatandaş sabah kalktığında otomobilinin parçalandığını görüyor, niye, Galatasaray, Beşiktaş, yada Fenerbahçe yenilmiş diye, şimdi probleme bakın ve de ne kadar güzel halledilmiş...
Hem maddi hem manevi yıkım yaratan bu zihniyetten sorumluyuz, eğlenirken havada uçan kurşunlar hayat bitiriyor., defalarca yaşanan bu olaylar bizi durdurmuyor, neyi anlamıyoruz ben de bunu anlamıyorum.
Eğer gece bir yerden dönüyorsak hayati tehlike söz konusu demektir, ya sarhoş bir sürücünün ya bir kaptıkaçtıcının kurbanı olmak her an mümkün, sadece kendi hayatını riske etmeyen sarhoş iki kere suçlu, hem bizi tehdit eden hem de ölüme yürüyen biri olarak...
Ama ayılınca sorun alkollü araç kullananlar hakkın da ne düşünüyorsunuz diye şiddetle kınar kendi zemzemle yıkanmış sanırsınız, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu anlayan söylesin.
Ben yapınca doğru sen yapınca yanlış olmaz, adamı trafikten men ediyor yasalar, fark etmiyor ki ehliyetsiz araç kullanıyor, vurduğun yerden de ses gelecek buna ne yapacaksın?
Bir de kimliğim imtiyaz sağlar inancıyla ben kimim biliyor musun politikası, kimsin sen?
Görüntünle yasaları hiçe sayan saygısız, insan hayatını tehdit eden sorumsuz, polisi bencilce meşgul eden mesuliyetsizin birisin, sana bakınca sadece bunu görebiliyorum, kimsin başka?
Gerçekten zor şartlar altında görevlerini yerine getirmeye çalışan polisimize yardımcı olmak yerine problemleri arttırmak düğümleri çoğaltıyor.
Toplum bilincini bireyler oluşturur, neresi aksıyorsa içinde biz varız yani birinci suçlu biz oluruz.
Asla tembel bir millet değiliz, söylemler de müthiş başarılıyız, yeşili koruyalım, hayvanları sevelim, saygılı olalım israf etmeyelim daha aklınıza gelen güzel olan ne varsa hepsini nutuk gibi okuyoruz, iyide bu yeşili yakan kimler savurup saçan kimler, kasıp kavuran kimler?
Bunları konuşmak istemiyorum tam aksine güzelliklerden başardıklarımızdan konuşmak istiyorum, tabii onlar da var ama çoğaltmadığımız sürece bitecekler söylediğim sadece bu...
Bizim güzel adetlerimizden biri de daha çok kırsal kesimde uygulanan imecedir, köylünün yardıma ihtiyaç duyması halinde birleşilir ve başı sıkışan kişinin işi hal yoluna koyulur.
Çünkü köylü düşünür, diyelim ki tarlada kalan ekin zarar görecek, bu devlete zarar olacak der, emeğe zarar olacak der, belki okuması yazması olmayan bu insanımız yarayı sarar kanatmaz, yapmaya çalışır yıkmaz, yani aydın düşünür, süslü laf bilmez ama lafın hasını eder işin hasını yapar.
Koskoca şehirlerde yaşayan teknolojiden nasiplenen gerçek anlamda şanslı olan bir çok insanın vermediği emek kadar emek verir.
Ama eleştirmeye başlayacaksak ilk önce eğitimden başlarız, bu kadar yıkan insanın hepsi mi eğitimsiz hem bu eğitim nasıl sağlanır bu nasıl öğretilir, en cahil insan bile bilir ki yok etmek zarardır en cahil insan bile bilir ki yardım güzeldir bu insana öğretilmez eğer değerlerini yitirmemişse zaten beyninde ki kasetlerde kayıtlıdır, ama kendini yitirmişse yapacak fazla bir şey kaldığını sanmıyorum..
Aslında insanı mutlu kılan erdemlerden biri de varlığını gösterebilmektir, sadece bir fidan dikmek bir orman yaratmayacak ama bizim bir fidanımız olacak ve hepimiz birer fidan dikerek bir orman yapabiliriz...
Allah kulu kula sebep kılmış, birimizin yetişemediğini diğerimiz üstlenmeliyiz ki dayanışma görünsün, birimizin meselesi hepimizin olmalı ki çare bulunsun, o zaman yanlışlar azalır çünkü doğru güçlenir.
O zaman art niyetler cesaretlerini kaybeder bilirler ki en küçüğünden en büyüğüne kadar hesap verecek, kimsenin yaptığı yanına kar kalmayacak.
Bu memlekette olan her şey bizim meselemiz ve bu sorunların hepsini görüyor yaşıyoruz, dile de getiriyoruz, gelin birlik olalım nasıl ki şikâyetlerimiz aynı, o halde düzeltme yolumuz da aynı olacak, kim rüşvet istiyorsa şikâyet edelim, kim çalıyorsa söyleyelim, kim işini suiistimal ediyorsa uyaralım, gemisini kurtaran kaptan zihniyetini bu şekilde çökertebiliriz, sadece takip ederek ve duyarlı olarak.
Biz özgür bir ülkede yaşıyoruz şu an izlediğimiz yol kendi kendimizi bağlamak, ama anlayışımızı değiştirmezsek kendi adlarına yarar sağlayan ve ülke adına zarar verenlere, yakan yıkan yok edenlere bayrak teslim etmiş oluruz, bu olmasın.
Eğer durdurmayı başarırsak, benim kim olduğumu biliyor musun diyen kendini bilmeze sen benim kim olduğumu biliyor musun diyeceğiz ki, o bir daha bu cümleyi kullanma gafletinde bulanamayacak.
Çünkü tek tek bir bir, biz de Türkiye Cumhuriyetinin bekçisi olacağız...